2 Mayıs 2015 Cumartesi
3 Mayıs Türkçülük Bayramı
3 Mayıs 1944 – Türkçülük Davası
Mustafa Kemal ile başlayan Türk aslından burjuva yaratma özlemi 1940”larda gerçekleşemedi, azınlıkların milli ekonomideki hakimiyetlerinin kırılamadığı görüldüğü için; azınlıkları ekonomiden kovmak amacıyla “Varlık Vergisi” konulur. Müslüm”e M, gayri müslime G, dönmeye D deyip üçlü bir sınıflamaya gidilerek azınlıklardan takatlerinin üzerinde vergi alınmaya çalışılır. Milli ekonomideki hakimiyetleri yok edilmeye çalışılır. 1944”e gelinene kadar çeşitli okullara girişleri dahi yasaktır.
1944”lerde bile Türk ırkından olma esası aranır. Dahası ikinci cihan harbinin başlarında Ankara hükümeti Almanlarla gizli pazarlığa bile oturmaya çalışır. Pazarlığın konusu da Kafkasya ve Türkistan Türkleridir. Bu tür pazarlık arayışlarını o dönemin Alman Dışişleri Bakanı “Ribbendtrop” ile dönemin Almanya”nın Ankara Büyük Elçisi Von Papen ve diğer siyasiler arasındaki yazışmalar ve gizli belgelerde açıkça görmek mümkündür. Bakınız bu gizli yazışmalardan bir kaç örnek verelim:
Alman Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri Vaiszoeker”in bakan Ribbentrop”a gönderdiği 05/08/1941 tarihli gizli yazışmadan:
“Türkiye Büyük Elçisi bugün bana yeni elçilik müsteşarını tanıttı. Ve konuşmayı hemen Sovyet Bölgesi”nde yaşayan Türk-Moğol asıllı sınır kabileleri üzerine çevirdi. Bu Türk-Moğol kabilelerinin yapacakları Sovyetler”e karşı propagandaya dikkati çekti. Hazar Deniz”inin doğusunda bağımsız bir Türk-Moğol Devleti kurulabileceğini imada bulundu.
Hüsrev Gerede, bunları sırasına getirip resmi olmayan tarzda söyledi. Fakat bu sözlerin tesadüfen ortaya çıkmış olmadığını gösterir. Ali Fuat”ın sayın Von Papen ile olan görüşmesinde kullandığı ifadelere aynen uymaktadır. Nitekim Gerede, Bakü”nün bütün halkının Türk dilini konuştuğunu kastederek, propleme girmekten geri durmamıştır.” (..)
Gene Alman Dışişleri Bakan Yardımcısı Hending”in Alman diplomatları Ermandatof ve Vahraman”a gönderdiği yazıda şöyle der:
“Türk Genel Kurmay Başkanı, Türk-Alman ilişkilerinin sadece Turancılık temeline dayanabileceğini ifade etmiştir.”
Meraklıları o dönemin Alman gizli belgelerini araştırırlarsa buna benzer herhalde daha bir sürü gizli yazışmaları göreceklerdir.
İşte böyle atmosferdeki Türkiye Devleti”nde dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu 05 Ağustos 1942 tarihli Meclis kürsüsünden okuduğu kabine programının sonuç konuşmasında;
“Biz Türk”üz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. (Mecliste alkış ve bravo sesleri) Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve lakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir. Biz azalan veya azaltan Türkçü değil, çoğalan ve çoğaltan Türkçüyüz. Ve her vakit bu istikamette çalışacağız.” diyerek devletin başbakanınca devletin temel ülküsü anlatılmaya çalışılmıştır.
Dönemin gençliği hassas derecede Türkçüdür. Milliyetçidir. Zaten 3 Mayıs 1944”ü yaratanlar da bu yüksek Türklük şuuruna erişmiş Türk gençliğidir.
1944 Türkçülük Olayının Meydana Geliş Şekli:
Büyük Türkçü Nihâl Atsız Beğ; devletin ülküsünün Türkçülük ve dönemin Başbakanı Saraçoğlu”nunda Türkçü olduğu inancı içindedir. Buna karşılık devletin her tarafına komünist ve hain kadroların yerleştirilmekte olduğunu görmektedir. O günkü Başbakanı ve devlet yetkililerini uyarmak için Atsız Beğ; devrin başbakanı Şükrü Saraçoğlu”na Orhun Dergisi”nde 1 Mart 1944”te ve gene bir ay sonra 1 Nisan 1944”te olmak üzere iki açık mektup kaleme alır. Devletin içine hatta beynine sızmaya çalışan virüsleri haberdar eder. Ve Başbakan”a şikayet ve uyarıda bulunur. Bu virüslerin içinde -sonradan Bulgaristan”a kaçarken öldürülen- Sabahattin Ali de vardır. Devrin Milli eğitim bakanı Hasan Ali Yücel”i bu mektuplar büyük bir telaş ve endişeye düşürür. Hasan Ali Yücel ile o günlerin Ulus gazetesi başyazarı Falih Rıfkı Atay”ın teşviki ile Sabahattin Ali tarafından Atsız Beğ mahkemeye verilir.
26 Nisan 1944”te Ankara”da başlayan ilk mahkeme, dönemin üniversite gençliği tarafından hınca hınç doldurulur. Bu yoğun kalabalık ve tezahurat karşısında Mahkeme heyetinin içeriye pencerelerden girebildiği söylenir.
Nihâl Atsız Beğ Mahkeme Heyetine;
“Sabahattin Ali”den sorulsun, hıyanetini ispat edelim mi? Buna razı mı?” diye sorar. Sabahattin Ali ise bu sözler karşısında sessiz kalmış ve bir cevap verememiştir.
Mahkeme 3 Mayıs 1944”e ertelenir. Ne olduysa davanın ikinci celsesi 3 Mayıs 1944 günü olur. 3 Mayıs 1944”te Türk gençliği bir volkan gibi patlar. Türklük ülküsüne ve onun ideolojik lideri, hocası Hüseyin Nihal Atsız”a sahip çıkmak için Ankara Adliyesinin koridorları, salonları doldurulduğu gibi adliyenin önü de yüzlerce genç tarafından doldurulur. Topluluğun bir kısmı adliyede Atsız”ı yalnız bırakmazken diğer binlerle ifade edilen büyük bir topluluk Ulus Meydanına doğru protesto yürüyüşüne geçer.
İşte bu “3 Mayıs” günü Atsız Beğ”in de isteği doğrultusunda 3 Mayıs 1954 tarihinden itibaren “Türkçüler Günü” olarak anılmaya başlanır. 3 Mayıs Türkçüler Günü budur.
Bir kaç yıldır MHP”li ve Ülkü Ocaklı gençlerin de bu anmalara Atsız Beğ”in mezarının başında katıldıklarını görmekteyiz. Bu partililerle ülkü ocaklılar bu anma sırasında; “Başta sayın Başbuğumuz Alparslan Türkeş olmak üzere” diye başlamaktalar ve 3 Mayıs anma toplantısını hem de Atsız”ın mezarı başında siyasi bir slogan haline getirdikleri “tekbir” sesleri ile bitirmektedirler. Bir kere “Başta Başbuğumuz” demek ile Başbuğlarına da saygısızlık yapmaktadırlar. Çünkü 3 Mayıs 1944 de Alparslan Türkeş, her hangi bir özelliği olmayan sadece Atsız Beğ”in yanına gelip gitmekten dolayı tutuklanan bir üsteğmendi. Diğer yandan kendisinin bu olaylara tesadüfen katıldığını beyan eden Mahkemeye verilmiş bir “pişmanlık mektubu” da söz konusudur.
Elbette ki 3 Mayıs 1944”ün bir sürü kahramanı vardır. Fakat 3 Mayıs 1944”ün yaratıcısı doğrudan doğruya Türkçü fikirleri ve hareketleriyle Atsız Beğ ve O”nun yanındaki arkadaşlarıyla Türk gençliğidir. Türk gençliğinin kendi ideolojisi olan Türk Milliyetçiliğine sahip çıkmak ve gene bu ideolojinin düşünürü, konuşanı, yazanı Atsız Beğ”i yalnız bırakmamak için patladığı anlamlı bir gündür.
Yukarıda anlata geldiklerimiz meselenin görünen yönüdür. Bir de görünmeyen yönlerine bakalım. Sonradan, bu 3 Mayıs olayından sonra bildiğimiz üzere Türk Milliyetçilerinin önde gelenlerinin çoğunun tutuklanmalarına gidildi. Gardist, Troçkist “düzen düşmanı” ihtilalci gibi savlarla mahkemeye sevkedildi. Hem de dönemin reisi cumhuru İsmet Paşa”nın meşhur 19 Mayıs 1944 nutku ile. Peşin hükümle Türk Milliyetçileri potansiyel suçlu ilan edildi. Milliyetçilik ideolojisini temel felsefe yapan bir devlet, milliyetçiliği savunan insanlarını nasıl olur da böylesine acımasızca suçlayabilir?! Potansiyel suçlu ilan edebilir?! Bir devletin hem kuruluş felsefesi milliyetçilik olacak hem de milliyetçilik ideolojisini ve onu savunan idealistlerini mahkemelere verecek! Bu gerçekte eşyanın tabiatına aykırı bir olay.
Yukarıda bu meselenin görünen yönüdür derken, bir de görünmeyen yönü var mıdır acaba? İşte bu görünmeyen yönüne dikkati çekmeye çalıştım! Nasıl olur da “Bizim ülkümüz Türkçülük”tür” diyen bir başbakana sahip devlet, yine Türkçülüğün diğer ayağı olan Turan için Almanlar ile gizli pazarlıklar arayan bir devlet, birden bire ters yüz ederek kendi ideolojisini savunanlara karşı sert tavır alır?! Onları ve onların şahsında Türkçülük ideolojisini mahkum ettirmek için mahkemelere verir!.
Bunun cevabını Almanların yenilgisinde ve bu yenilginin sonucu daha bir kabaca çıkan Sovyet Rus sömürgeciliğinin aşırı bir istek ve yayılmacılığında aramak gerekir. Nitekim, Moskova”nın kışkırtması ve yönlendirmesi ile gene Sovyet istihbaratının bilgileri ile enforme edilen komünist partisi “Tan Gazetesi” vasıtası ile 1 Temmuz 1943 tarihinden beri Türk milliyetçilerine karşı hücum halindeydi. “Cumhuriyet döneminde ırkçı Türkçülük nasıl doğdu, Türkçülüğün menşei ve mahiyeti, Türk milliyetçiliğinin esasları” gibi seri yazılar ile adeta Moskova adına Ankara”yı kendi ideolojisini katletmesi için zorluyordu. Gene aynı dönemde T.K.P. Merkez Komitesi”nin hazırlamış olduğu “En Büyük tehlike” adlı büroşür T.K.P. militanlarından “Faris Erkman” imzası ile çıkarılıp dağıtıldı. Bugün de “Irkçı-Türkçülük” deyimi size bir şey hatırlatmıyor mu?
O gün Cumhuriyet Türkiyesi”nin başında, bu Sovyet yayılmacılığına karşı cesaretle karşı durabilecek bir insan göremiyoruz. Cumhuriyetin başı ikinci adam İsmet Paşa”dır. Bu İsmet Paşa hayatı boyunca ikinci adam olmuş, Kurtuluş Savaşı”na bile hasbel kader katılmış, tanzimat sonrası geleneksel Osmanlı oportünist politikalarının devamcısıdır. Tanzimat sonrası Osmanlı politikacıları güçlü devletin her istediklerini yapmakla, Osmanlı”nın ayakta kalacağı inancı içinde idiler. Yahut da onların hoşuna giden şeyleri yapmakla. Paşa da bunu yaptı. Sovyet Emperyalist koloniyel yayılmacılığına karşı tanrılar kurban istiyordu. Ve 19 Mayıs 1944 Nutku ile kurbanlarını işaret etti. Meşum nutku aşağıdaki gibidir:
“Turancılar, Türk milletini bütün komşuları ile onarılmaz bir surette derhal düşman yapmak için bire bir tılsım bulmuşlardır. Bu kadar şuursuz ve vicdansız fesatçıların tezvirlerine, Türk milletinin mukadderatını teslim etmemek için elbette Cumhuriyetin bütün tedbirlerini kullanacağız. Fesatçılar genç çocukları ve saf vatandaşları, aldatan fikirlerini millet karşısında açıktan açığa münakaşa edemeyeceğimizi sanmışlardır. Aldanmışlardır ve daha çok aldanacaklardır.
Şimdi vatandaşlarımdan iki suale zihinlerinde cevap bulmalarını isteyeceğim: Irkçılar ve Turancılar gizli tertiplerle teşkillere başvurmuşlardır. Niçin? Kandaşları arasına gizli fesat tertipleri ile fikirleri memlekette yürür mü? Hele doğudan batıdan ülkeler, gizli Turan cemiyeti ile zapt olunur mu? Bunlar o şeylerdir ki devletin kanunları ve esas teşkilatı ayak altına alındıktan sonra başlanabilir. Şu halde yaldızlı fikirler perdesi altında doğrudan doğruya Cumhuriyetin, Büyük Millet Meclisinin mevcudiyetinin aleyhinde teşebbüsler karşısındayız.”
Bu konuşmanın akabinde başta Türkçü mütefekkir Nihâl Atsız olmak üzere çeşitli milliyetçi aydınlar ve genç kurbanlar, aylar boyunca en ağır zulümlere tâbî tutuldukları tabutluklara, işkence odalarına, zindanlara gönderilmişler ve hayali suçlamalarla engizisyon cezası çektirilmişlerdir. Aralarında üniversite profesörü, öğretmen, subay, doktor ve üniversite öğrencileri bulunan 34 sanık, sorgulama adı altında çeşitli işkencelere maruz bırakıldıktan sonra, 7 Eylül 1944 günü yargılanmaya başlanmıştır. “Irkçılık-Turancılık davası”” adı verilen ve haftada 3 gün olmak üzere 65 oturum devam eden mahkeme, 29 Mart 1945 tarihinde sonuçlanmış ve Atsız Beğ 6,5 yıl hapse mahkûm olmuştur.
Atsız Beğ, bu kararı temyiz etmiş ve Askerî Yargıtay, 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi”nin kararı esastan bozmuştur. Böylece Atsız, bir buçuk yıl kadar tutuklu kaldıktan sonra, 23 Ekim 1945 tarihinde tahliye edilmiştir.
Gerçekte bu durum padişahların, isyancılar karşısında isyancıları yatıştırmak için verdikleri kellelere benzemektedir. Türkçüler ve Türkçülük önceden senaryosu hazırlanmış, tiyatromsu mahkemelerde yargılanmış ve mahkum olmuşlardır. Ancak ikinci adam İsmet Paşa”ya rağmen askeri temyiz nezdinde itiraz edilen bu mahkumiyet kararları bozdurulmuştur.
Askeri Temyiz Bozma Kararı”nda:
“1 Numaralı Sıkıyönetim mahkemesi tarafsızlıktan ayrılmıştır. Mahkeme 2 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi tarafından görülmelidir.” der.
Mahkemeler tutuksuz olarak bu kez 2 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesince görülmeğe başlanır.
Savunmalarında Atsız Beğ şu son sözleri söyler:
“- KİMSEDEN HAKSIZ BİR YERE BİR ŞEY TALEP ETMİYORUZ. ATALARIMIZDAN KALAN MİRASIN MEFAHİRİMİZİN GÖMÜLÜ OLDUĞU TOPRAKLARIN BİZİM OLMASI ÜLKÜSÜNÜ KALBİMİZDE TAŞIYORUZ. ORALARI UNUTMAMAK İSTİYORUZ.
BEN BUNLARI ŞAHSIM İÇİN İSTEMİYORUM. ORALARDA ÇİFTLİK VEYA APARTMAN YAPACAK DEĞİLİM. MİLLETİM İÇİN DÜŞÜNDÜĞÜM HAKLARDAN DOLAYI DA KİMSE BANA VATAN HAİNİ DİYEMEZ. BU ÇİRKEF İFTİRAYI İADEYE DE TENEZZÜL ETMİYORUM. KİMİN HAİN, KİMİN VATANPERVER OLDUĞUNU TARİH TAYİN EDECEKTİR. HATTA ETMİŞTİR BİLE.”
3 Mart 1947 tarihinde 2 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi sanıkları suçsuz bularak beraatlerine karar verir.
Beraat Kararının Gerekçesi:
187 sayfa tutan karar çok ilgi çekici ve ibret verici aynı zamanda da Türklük mücadelesinde tarihe şeref sayfası olarak geçecek bir karardır. Bakınız bu beraat kararında ne diyor:
“- Bu nümayış (3 Mayıs 1944) milli bir ideolojinin, milli olmayan bir ideolojiye karşı tepkisinden ibarettir.
- Her milletin içindeki azlıklar o milletin hakim ırkının adını alır. Fakat o millet içinde ayrı ırklardan bahsedilemeyeceği anlamına gelmez.” diyen Mahkeme “ayrıca ırk bakımından kamu haklarının bir kısım vatandaşlara tanınmaması keyfiyetinin anayasaya aykırı olabileceği fakat bu aykırılığın cezalandırılacağına dair T.C. kanununda hiç bir kayıt bulunmadığından sanıkların bu fiilden beraatlerine, uzun bir tahlilden sonra hükmet darbesi bulunmadığını söyledikleri ve reddettiklerini, mantıken de buna imkan olmadığı delilleriyle Vali Dr. Lütfi Kırdar dahil dinlenen pek çok şahitlerden ve mektuplardan anlaşılmış, aksine polise verilen tek bir ifadeden başka bir şey görülmemiş olup, bu suretle sabit olmayan, bilakis MİLLİ BİR GAYE İÇİN ÇALIŞTIKLARI tebeyyün eden Zeki Velidî ve arkadaşlarının beraatine karar verilmiştir.”
Bu mahkeme kararlarında dikkati çeken bir nokta var. Kararda diyor ki: “Her milletin içindeki azlıklar o milletin hakim ırkının adını alır.”
Bu gün acaba “Türkiye mozaikler ülkesidir” yahut da “Bu vatan hepimizindir” diyenler acaba yukarıdaki mahkeme kararlarındaki sözle çelişip suç işlemiyorlar mı? Kanaatimiz odur ki hem çelişiyorlar hem de bugünkü anayasanın başlangıç ilkelerini de çiğnemiş oluyorlar. Yani düpedüz anayasal suç işliyorlar.
Biz bu “Türk” adını devletimize yeniden vermek için tam 900 yıl bekledik. Aman devletimize zeval gelmesin diye Arab”ı, Fars”ı kardeş bilip ümmet olduk. Rum”u, Bulgar”ı tebamız bilip Osmanlı olduk. Bir türlü ne kendi kimliğimiz söyletildi ne de devletimiz bu kimliğini söyledi. hem kan ve can vergisi verdik fakat nimete gelince kovulduk. 900 yıl sabırla bekledik. Ve Türkiye Cumhuriyeti”ni kuran halka Türk denir dedik. Devletin adı da Türkiye Cumhuriyeti Devletidir dedik. Bu nedenle “bu ülke mozaiktir” diyenler de, “bu vatan hepimizindir” diyerek Türk vatanına ortak arayanlar da hem tarih ve şehitler huzurunda hem de anayasa huzurunda suç işlemektedirler.
1944 hadiseleri ve görülen dava sonuçlarının kısaca yorumlanmasına gidersek neler söyleriz?
Bakınız bu davalarda devletin başı ile devletin hukuku karşı karşıya gelmişlerdir. Devletin başı meşhur ve meşum 19 Mayıs 1944 konuşmasında “bunlar haindir” diyor, “bunlar devlet düşmanıdır” diyor. Ve totaliter bir kafa yapısı gereği kendini hem hakim hem de savcı yerine koyuyor. Şimdi buna karşılık olarak da o günkü devletin en üst hukuk kurumu da “hayır” diyor. “Bu düşünce suç olamaz”. “Bu düşünceyi taşıyanlar da suçlu olamaz.” Dahası “Irkçılık suç değildir” diyor. dahası “bu ideoloji devletin ideolojisidir” diyor ve Mahkeme sonucu yargılananlar aklanıyor.
Türk milliyetçiliğinin Türk”ün tabii ideolojisi olduğuna dair o günkü Türk hukuku adeta beraat kararı veriyor. Mahkeme sonucu güzel bir olay olması gereken bir sonuç. Ne var ki oportünist, korkak, aciz yönetimce (ki başı milli şef İnönü) ekilen gayrı Türk tohumunun acısını Türk devleti ve Türk milleti bugün hala çekmekte. Her yanılgının ve tıkanmanın kökeninde o günkü ikinci adamın 19 Mayıs 1944”te yaptığı Türk milliyetçiliğini ve Türk milliyetçilerini karalayan konuşmada aramak gerekir. O günden sonra Türk milliyetçiliği ve milliyetçiler devletten sürekli şekilde dışlanmışlardır. O günlerde devlete bulaşan virüs, Türk devletini milletin temel ülküleri doğrultusunda karar almasını daima bozar hale getirmiştir.
Sovyetler Birliği çözülürken “hazırlıksız yakalandık” diyenlere sormak gerekir. Neden hazırlıksız yakalandınız? Sebebi nedir? Kanaatimiz odur ki, hazırlıksız yakalanmanın ana nedenini 3 Mayıs 1944 öncesi ve sonrası hadiselerde aramak doğru olsa gerekir. Bu hadiseler 1944”ten sonra Türk Milliyetçiliğini devletten dışlamış, onun yerine yani ULUSALIN yerine EVRENSELİ koymuştur. Sonuçta da, EVRENSELİN kapısından önce millici olmayan batıcılık ve Amerikancılık ile onun ekonomik anlayışı kapitalizm girmiş bu da yetmemiş ardından marksizm ve siyasi ümmetçilik girmiştir. Dünün marksist hareketlerini yerine bugün siyasi ümmetçiliği karşımızda görüyorsak bu Türkçülüğü devletçe 1944”ten bu yana sırt çevirmenin bir bedeli olsa gerektir.
Nejdet Sançar, “İnönü ve Dış Türkler”, Ötüken Dergisi, sayı 98, sayfa 4-7.İlhan Darendelioğlu, “Türkiye”de Milliyetçilik Hareketleri”, sayfa 142-143-144, Toker Yayınları.Altan Deliorman, “Tanıdığım Atsız”, sayfa 135-136, Boğaziçi Yayınları.
18 Nisan 2015 Cumartesi
Ermeni Soykırım İddialarını Ermeniler'in Kendi Belgeleri Yalanlamaktadır
Ermeni Soykırım İddialarını Ermeniler'in
Kendi Belgeleri Yalanlamaktadır;
Uruguay (1965, 2004,
2005) ,Kıbrıs Rum Kesimi (1982) , Yunanistan (1996) ,Arjantin (1993, 2003,
2004, 2005, 2006, 2007) ,Rusya (1995,2005) ,Kanada (1996, 2000, 2004) , Lübnan
(1997,2000) ,Belçika (1998) ,İtalya (2000) ,Vatikan (2000) ,Fransa (2001) ,
İsviçre (2003) ,Slovakya (2004) ,Hollanda (2004) ,Polonya (2005) ,Almanya
(2005) ,Venezüella (2005) ,Litvanya (2005) ,Şili (2007) ve son olarak da içinde
bulunduğumuz 2010 yılında İsveç Parlamentosu yaptığı oylamayla sözde Ermeni
soykırım iddialarını kabul etmişlerdir.
Ayrıca İsviçre ve Fransa’da sözde Ermeni soykırımı'nı reddetmek suç olarak sayılmaktadır.
Avrupa Parlamentosu 1987'lerde Türkiye'yi soykırım suçlusu olarak ilan etmiştir.
***
Birazda Türkiye’yi sözde asılsız Ermeni soykırımı iddialarını kabul ederek suçlayan ülkelerin kendi sicillerine bakalım, gerçekten sözde Ermeni soykırım iddialarını kabul eden medeni olarak bildiğimiz, her fırsatta insan hakları söylemleriyle fırtınalar estiren Avrupa ülkelerinin sicili ne kadar temizdir;
İşte kendini medeni ilan eden, insan hakları savunucusu Avrupa’nın soykırım ve katliam geçmişi;
—Kıbrıs Rum Kesimi; 1912’den1974 yılına kadar 1000 den fazla Türk, Rumlar tarafından katledilmiştir.
—Yunanistan; 1829’da bağımsızlığını kazanmasının ardından Mora’daki Türkleri göçe zorlanmış, 20 bin civarında Türk’ü katletmiştir. 1923 yılında Lozan’da Türk ve Yunan azınlıkların karşılıklı mübadelesine ilişkin anlaşmanın imzalanmasından sonrada Batı Trakya’da yaşayan Türklerin ibadetlerine izin vermemiş, hukuki, siyasi, kültürel ve dini haklarını da kısıtlayarak, sistemli 'etnik ve kültürel soykırım' başlatması sonucunda 400 bin Türk’ün bölgeyi terk etme zorunda bırakmıştır.
—Belçika; 1.Dünya Savaşı’nın ardından Ruanda’nın yönetimi Belçikalılara verilince, Belçika’nın sömürgesi olan Ruanda ve Kongo’da 10 milyondan fazla insan soykırıma uğramıştır.
—İtalya; 1911- 1940 yılları arasında Libya’da uyguladığı imha operasyonları ve çölün ortasına kurduğu toplama kamplarında yüz binlerce Afrikalı Müslüman hayatını kaybetmiştir. İtalya diktatörü Mussolini, Etiyopya ve Yugoslavya'da 300 bin insanı katletmiştir.
—Fransa; 1830 yılında Cezayir’i işgal etmiş, 132 yıllık işgali sonucunda 1954–1962 yılları arasında 1,5 milyon Cezayirliyi katletmiştir. Yine 1.Dünya Savaşı sırasında da 900 bin Afrikalının ölümüne sebep olmuştur.
—Almanya; Almanlar 1933–1945 yılları arasında Büyük Alman İmparatorluğu’nu kurmak amacıyla diğer millet ve etnik gruplardan 21 milyon insanı topluca kurşuna dizmek, toplama kamplarında, fırınlarda yakmak, gaz odalarında zehirlemek şeklinde soykırım uygulamışlardır. 2 milyon Yahudi Almanlar tarafından sistematik biçimde öldürülmüştür. Yine Almanlar 1891 yılında Namibya’ya sömürge kurmak amacıyla çıkmış, adanın yerli halkı Herero ve Namalar üzerine taarruz ederek yaşlı, kadın, çocuk dinlemeden 117 bin insanı katletmiş, yaklaşık 132 bin yerliden geriye 15 bini sağ kalabilmiştir.
—Danimarka; 1945 yılında Sovyet Ordusu’nun Alman topraklarına doğru ilerlemesinden kaçan 250 bin Alman mülteci Danimarka’ya sığınmış, üçte birini 15 yaşından küçük çocukların oluşturduğu Almanlar tel örgülerle çevrili toplama kamplarına alınarak binlerce çocuk ve yetişkin tifüs, bağırsak iltihabı ve ishal sonucu yaşamını kaybetmiştir.
—İspanya; diktatörü Francisco Franco, ülkesinde 30 bin muhalifini öldürtmüştür. Ayrıca İspanyollar Amerikalılarla birlikte milyonlarca Kızılderili’yi katletmiştir.
—İngiltere; 1788–1938 tarihleri arasında sömürgeleştirmek amacıyla gittiği Avustralya’nın yerli halkı Aborjinleri sistematik olarak yok etmiştir. İngilizler, Aborjinlerin arasına salgın hastalık yaymış, bununla da yetinmeyip yemeklerine zehir katarak yok etmeye çalışmaları sonucunda 750 bin Avustralya yerlisinden geriye sadece 31 bini sağ kalabilmiştir.
—Rusya; Lenin, 1917–1920 yılları arasında 30 bin muhalifini infaz ettirmiştir. 1944 yılında Rusya, Çeçen, İnguş, Karaçay-Malkarlar ile Kırım Türklerini trenlere bindirerek Sibirya ve Kazakistan'a sürgün etmiş bu sürgünde 500 bini aşkın Müslüman Türk yollarda ölmüştür. Rusya'nın Çeçenistan’a yaptığı saldırılarda da 200 binin üzerinde sivil katledilmiştir.
—Amerika; Dünyanın demokrasi bekçiliğini yapan Amerika, soykırımlarına Kızılderilileri katletmekle başlamıştır Amerikalılar ve İngilizler Almanların savaşı kaybetmelerinin ardından, Dresden kentine sığınan Alman göçmenlerin üzerine 3 gün süreyle havadan bomba yağdırmış bu saldırılar sonucunda çocuk ve kadınların oluşturduğu 200 bin kişi ölmüştür. Yine Amerika, Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine attığı atom bombaları sonucu 135 bin kişi ölümüne sebep olmuştur. Amerika’nın Vietnam işgali 70 bin kişinin ölümüyle sonuçlanmıştır. ABD son olarak Felluce’de 1500 sivili öldürmüştür. İngiliz Tıp Dergisi Lancet'in yaptığı araştırmaya göre ABD’nin Irak’ı işgali dolayısıyla toplam ölen sivil sayısı 655 bini aşmıştır.
Yukarıda da görüldüğü gibi medeni bildiğimiz Avrupa’nın ve Dünya Demokrasi bekçiliğine soyunan Amerika’nın aslında kendilerinin katliamcı ve soykırımcı olduğu açıkça görülmektedir.
**********
Bu noktadan itibaren Ermeni soykırım iddialarının asılsız ve yalandan ibaret olduğuna yine Ermenilerin kendi belgeleri ışığında bakalım;
Ermeniler her ne kadar kendi arşivlerini açmasalar da, Ermeni arşivlerindeki bilgilere Rus, Gürcü, Azeri arşivlerinden ulaşmak mümkündür ve bu arşivlerden çıkan sonuçlara görede Türklerin vatanını savunduğu açıkça gözükmektedir.
—Ermeni ve Rus arşivlerinde Ermenistan’ın ilk başbakanı Ovanes Kaçaznuni’nin, Ermenistan’da yasak olan kitabında ki görüşleri özetle şöyledir; 1.Dünya Savaşı sırasında halklar arasında boğazlaşmadan dolayı çok sayıda Ermeni ve Müslüman Türk ve Kürt yaşamını kaybetmiştir. Ermeni çetelerinin Türkler, Azeriler ve Kürtlerden oluşan Müslüman halka karşı Doğu Anadolu’da sistemli olarak soykırım girişimi Rus belgelerinde açıkça görülmektedir. Emperyalist batılı devletler tarafından kışkırtılan Ermeni çetelerine karşı Türk Devleti önlemini almış ve vatanını savunmuştur. Sadrazam Talat Paşa’nın Ermenileri tehcir kararının altında yatan neden, Ermenilerin doğrudan düşman kuvvetlerine yardım etmesidir. Çarlık Rus ordusunun içinde de 200.000 Ermeni askeri bulunmaktadır ve Tehcir de vatan savunmasının bir parçasıdır.
Kaçaznuni “Türklerle aramızda karşılıklı bir savaş vardı. Rusya tarafından Türklere karşı kullanıldık.” diyerek görüşlerini kendi kitabında da açıkça ifade etmektedir.
—Ermeni devlet adamı ve tarihçisi Karinyan ise; “Ermeni milliyetçiliğinin tarihi, emperyalizmle işbirliği tarihidir.”demektedir.
Büyük Sovyet Ansiklopedisi’nin 1926 baskısında Ermeni meselesiyle ilgili olarak;
1914 yılında uzun tartışmaların ardından Türkler, Doğu Anadolu bölgesinde reform yapılmasını öngören antlaşmaları Ermenilerin ve Rusya'nın baskısı sonucunda imzalamak zorunda kaldı. Bu anlaşmaya göre; Ermeniler geniş bir özgürlüğe kavuşuyor, yönetimde, dilde, askere alınmada ve diğer alanlardaki reformların, büyük devletlerin özellikle de Rusya’nın denetimi altında yapılması öngörülüyordu.Büyük Ermenistan hayallerinden vazgeçmeyen Ermeniler Türk ordusundan kaçan askerlerden gönüllü çeteler kurarak Türk hükümetine karşı eyleme geçtiler. Türk Hükümetinin karşılık vermesi sonucu çatışmalar sırasında bir grup Ermeni hayatını kaybetti, bir bölümü de Rusya'ya kaçtı.
Ermeni ve Rus arşivleri incelendiği zaman tüm gerçekler ortaya çıkacağından dolayıdır ki Ermenistan arşivlerini açmamakta ve tarihi belgeleri tarihçilerin incelemesine karşı çıkmaktadır. Dönemin Ermenistan hükümeti yöneticilerinin raporları, Ermeni komutanların üstlerine yazdıkları raporlar, Boryan ve Lalâyan gibi gerçek tarih bilincine sahip Ermeni tarihçilerin yayınladıkları belgeler, o dönemin gerçeklerini saptamaya yetiyor.
Ovanes Kaçaznuni, Taşnaksutyun Partisi 'nin kurucularından olup, 1918 yılı Temmuz ayında kurulan Ermenistan Devleti 'ninde ilk başbakanıdır ve Taşnak Hükümetini 1919 yılı Ağustos ayına kadar 13 ay yönetmiştir.1923 yılı Nisan ayında Taşnaksutyun Partisi'nin Bükreş'te yapılan Yurtdışı Konferansı'na sunulan ve Ermenistan hükümetinin ilk başbakanı ve Taşnaksutyun Partisi lideri Ovanes Kaçaznuni, nin imzasını taşıyan raporda; (Bu rapor, bugün Ermenistan'da yasaklanmıştır. Ayrıca raporun çeşitli dillerde yayımlanan basımları da, Avrupa kütüphanelerinden toplatılmıştır)
* I. Dünya Savaşı öncesinde, Ermeniler tarafından gönüllü silahlı birlikler oluşturuldu, bu hataydı.
* Bu birlikler ve o günkü politikamız kayıtsız şartsız Rusya'ya bağlanmıştı. Ve Türklerden yana olan güç dengesi hesaba katılmamıştı.
* 1918 yılı sonlarında İngiliz işgali, Taşnakların umutlarını yeniden kabartmıştı ve Ermenistan'da Taşnak diktatörlüğü kurmuşlardı.
* Ermeniler ''Denizden Denize Ermenistan Projesi'' gibi emperyalist bir talebe kapılmışlar, bu yönde kışkırtılmışlardı.
* Ermeniler, Müslüman nüfusu katletmişlerdi, bu nedenle Türklerin aldığı tehcir kararı doğrudur ve uygundur.
Kaçaznuni, 1914'ten 1923'e uzanan süreçte, Türk-Ermeni ilişkilerinin özünü savaş hali olarak değerlendirmiştir.
Kaçaznuni'nin kitabının en önemli noktası ise; Taşnak Partisi ile onun peşine takılan Ermenilerin savaşın bir tarafı, o günkü Türk devletinin ise savaşın diğer tarafı olarak değerlendirmesidir ki, bu değerlendirmeyle ortada savaş olduğu ve soykırım kavramının bu olayda söz konusu olamayacağı açıkça belirtilmektedir.
Kaçaznuni'nin bu değerlendirmesi kimilerini şaşırtsa da, 1915–1918 yenilgileri sonrasında Ermeni devlet adamları ve tarihçileri aynı doğrultuda değerlendirmeler yapmaktadır.
Kaçaznuni'nin değerlendirmelerinde; ''Müslüman bölgelerde idari yöntemlerle düzen sağlayamadık, silah kullanmak, ordu sevk etmek, yıkmak ve katliam yapmak zorunda kaldık, hatta bu konularda başarısız olduk.'' (S. 56)
Yine Ermeni tarihçi A.A. Lalayan, 1914–1923 yılları arasında Türk-Ermeni ilişkilerini Ermenistan devletinin arşivinde bulunan belgelere dayanarak açıklıyor. Lalayan, Taşnaksutyun gerçeğini Taşnak belgeleriyle ortaya koyuyor. Sözde Ermeni meselesinin içyüzünü gözler önüne seriyor.
Ermeni Tarihçi Lalayan'ın, Batı'da Türkiye aleyhine yürütülen sözde Ermeni soykırımı tezini altüst edecek saptamaları ise şöyledir;
* Taşnaksutyun Partisi, I. Dünya Savaşı'nın çok öncesinde Ermeni ticaret ve sanayi burjuvazisi için pazar yaratmak amacıyla Türkiye topraklarının bir kısmını işgal etme ve Denizden Denize Büyük Ermenistan Projesi'ni gerçekleştirme hayaline kapıldı;
* Taşnak Partisi, Ermeni kitlelerini milli motiflerle aldatarak Türklere saldırmaya ve imha etmeye doğru yönlendirdi;
* Çarlık Rusya hükümeti Türkiye'nin Doğu Bölgesi'nde bir dayanak yaratarak boğazları ele geçirmek ve Akdeniz'e inmek için Ermenileri kullandı.
* Ermeni gönüllü birlikleri, bu amaçla Çarlık makamları tarafından örgütlendi ve Taşnak gönüllü hareketi, on binlerce Türk köylüsünü katletti ve onların varlıklarını da yağmaladı.
* Taşnaklar bu uygulamalarıyla karşılıklı kırımı ateşlediler ve kendi amaçları uğruna Ermeni halkını da feda ettiler.
* Daha sonra, Bağımsız Ermenistan döneminde Taşnaklar bu kez bu amaçlarla İngiliz, Fransız ve ABD emperyalizmine alet oldular. Bu dönemde Taşnaklar yüz binlerce insanı katlettiler, 30 aylık Taşnak iktidarı sonunda Ermenistan'daki Türk nüfusu % 77, Kürt nüfusu % 98, Yezidiler ise % 40 oranında azaldı.
* Taşnaklar ayrıca, yüzlerce yıldır birlikte yaşadıkları Türklere karşı savaşmak istemeyen Ermenilere inanılmaz işkencelerde bulundular.
**********
Emperyalist batılı güçler, Türk tarihine potansiyel suçlu damgası vuruyor ve soykırımı inkârı suç sayan yasalar ile de esasında Türkleri, Türkiye’yi suçlu göstermeye çalışarak, bu oyun uğruna mahkemelerde yazılmış asıl tarihi değiştirmeye ve tarihi yeniden yazmaya çalışıyor. Tarih hiçbir zaman mahkemelerde tartışılarak yazılmaz.
AB yıllardır Türkiye’yi kapılarında tutarak, AB uyum yasaları adı altında dayatma yoluyla istediği yasaları çıkarttırıyor, Türkiye’ye, Türklere, Sevr’i ve sözde Ermeni Soykırımı’nı sistematik şekilde sinsice kabul ettirmeye çalışıyor.
Ermeni sorunu ile ilgili tezlerimizi ve gerçekleri yıllardır dünya kamuoyuna anlatamadığımız gibi, kendi toplumumuzda bile bazı insanlarımız, gerçekten katliam yapmış olabilir miyiz? Düşüncesine kapılmaktaktadır. Haklı olduğumuz bir konuda ki davayı, gerçeği, kendi toplumumuza anlatamamışsak, dünya kamuoyunun bizi anlamasını ve bize hak vermesini doğal olarak bekleyemeyiz. Aslında bu durumun en önemli sebebi her yıl binlerce mezun verdiğimiz, geleceğimizin büyükleri olacak öğrencilerimize eğitim- öğretimleri sürecinde Ermeni sorununu daha doğrusu kendi tarihimizi yeterince anlatamayışımızda yatmaktadır.
Ülkemizde okutulmakta olan ders kitaplarında Ermeni sorunuyla ilgili yeterli bilgi bulunmamaktadır. Osmanlı ve İnkılâp Tarihi’ni anlatan ders kitaplarında Ermeni sorunuyla ilgili gerekli bilgilere mutlaka yeterince yer verilmelidir. Tarih kitaplarında Osmanlı- İran, Macar, Fransız, Rus ilişkilerine yeterince bilgiler yer alırken, ne yazık ki Osmanlı- Ermeni ve Osmanlı- Rum ilişkileriyle ilgili konulara yeterince yer verilmemiş, Osmanlı-Ermeni, Osmanlı-Rum ilişkileri yüzeysel bilgilerden ibaret birkaç satırla sınırlı kalmıştır…
Mustafa Kemal Atatürk;
'Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat insanı şaşırtacak bir nitelik alır.’’ (1931)
'Tarih; hayal mahsulü olamaz. Tarih yazarken gerçek olayları bulmaya çalışmalıyız. Eğer bunları bulamazsak meçhuliyeti ve bu noktadan cehlimizi itiraf etmekten çekinmeyelim. '(10 Kasım 1935, Ulus.)
'Tarih bir milletin kanını, hakkını, varlığını hiçbir zaman inkâr edemez'.(1919) Sözleriyle tarihin önemini gayet güzel ifade etmiştir.
Tarihimiz planlı ve etkili bir biçimde eğitim-öğretim yoluyla bireylere aktarılmalıdır. Geleceğimizin bireylerini yetiştiren eğitim ve öğretimin yapıldığı, tarihimizi etkili şekilde aktaracağımız en önemli kurumlar ise okullarımızdır.
********
Yararlanılan Kaynaklar:
A.T.O. AB’nin Katliam ve Soykırım Sicili Raporu 14–10–2006; / Mehmet PERİNÇEK, “Rus Devlet Arşivlerinden 100 Belgede Ermeni Meselesi”; / Ovanes KAÇAZNUNİ, “Taşnak Partisinin Yapacağı Bir Şey Yok”; /Hikmet ÖZDEMİR, Kemal ÇİÇEK, Ömer TURAN, Ramazan ÇALIK, Yusuf HALAÇOĞLU, “Ermeniler: Sürgün ve Göç”; / Cumhuriyet, Dr. Alev COŞKUN; / Halil METİN, “Türkiye Siyasi Tarihinde Ermeniler ve Ermeni Olayları”;
Ayrıca İsviçre ve Fransa’da sözde Ermeni soykırımı'nı reddetmek suç olarak sayılmaktadır.
Avrupa Parlamentosu 1987'lerde Türkiye'yi soykırım suçlusu olarak ilan etmiştir.
***
Birazda Türkiye’yi sözde asılsız Ermeni soykırımı iddialarını kabul ederek suçlayan ülkelerin kendi sicillerine bakalım, gerçekten sözde Ermeni soykırım iddialarını kabul eden medeni olarak bildiğimiz, her fırsatta insan hakları söylemleriyle fırtınalar estiren Avrupa ülkelerinin sicili ne kadar temizdir;
İşte kendini medeni ilan eden, insan hakları savunucusu Avrupa’nın soykırım ve katliam geçmişi;
—Kıbrıs Rum Kesimi; 1912’den1974 yılına kadar 1000 den fazla Türk, Rumlar tarafından katledilmiştir.
—Yunanistan; 1829’da bağımsızlığını kazanmasının ardından Mora’daki Türkleri göçe zorlanmış, 20 bin civarında Türk’ü katletmiştir. 1923 yılında Lozan’da Türk ve Yunan azınlıkların karşılıklı mübadelesine ilişkin anlaşmanın imzalanmasından sonrada Batı Trakya’da yaşayan Türklerin ibadetlerine izin vermemiş, hukuki, siyasi, kültürel ve dini haklarını da kısıtlayarak, sistemli 'etnik ve kültürel soykırım' başlatması sonucunda 400 bin Türk’ün bölgeyi terk etme zorunda bırakmıştır.
—Belçika; 1.Dünya Savaşı’nın ardından Ruanda’nın yönetimi Belçikalılara verilince, Belçika’nın sömürgesi olan Ruanda ve Kongo’da 10 milyondan fazla insan soykırıma uğramıştır.
—İtalya; 1911- 1940 yılları arasında Libya’da uyguladığı imha operasyonları ve çölün ortasına kurduğu toplama kamplarında yüz binlerce Afrikalı Müslüman hayatını kaybetmiştir. İtalya diktatörü Mussolini, Etiyopya ve Yugoslavya'da 300 bin insanı katletmiştir.
—Fransa; 1830 yılında Cezayir’i işgal etmiş, 132 yıllık işgali sonucunda 1954–1962 yılları arasında 1,5 milyon Cezayirliyi katletmiştir. Yine 1.Dünya Savaşı sırasında da 900 bin Afrikalının ölümüne sebep olmuştur.
—Almanya; Almanlar 1933–1945 yılları arasında Büyük Alman İmparatorluğu’nu kurmak amacıyla diğer millet ve etnik gruplardan 21 milyon insanı topluca kurşuna dizmek, toplama kamplarında, fırınlarda yakmak, gaz odalarında zehirlemek şeklinde soykırım uygulamışlardır. 2 milyon Yahudi Almanlar tarafından sistematik biçimde öldürülmüştür. Yine Almanlar 1891 yılında Namibya’ya sömürge kurmak amacıyla çıkmış, adanın yerli halkı Herero ve Namalar üzerine taarruz ederek yaşlı, kadın, çocuk dinlemeden 117 bin insanı katletmiş, yaklaşık 132 bin yerliden geriye 15 bini sağ kalabilmiştir.
—Danimarka; 1945 yılında Sovyet Ordusu’nun Alman topraklarına doğru ilerlemesinden kaçan 250 bin Alman mülteci Danimarka’ya sığınmış, üçte birini 15 yaşından küçük çocukların oluşturduğu Almanlar tel örgülerle çevrili toplama kamplarına alınarak binlerce çocuk ve yetişkin tifüs, bağırsak iltihabı ve ishal sonucu yaşamını kaybetmiştir.
—İspanya; diktatörü Francisco Franco, ülkesinde 30 bin muhalifini öldürtmüştür. Ayrıca İspanyollar Amerikalılarla birlikte milyonlarca Kızılderili’yi katletmiştir.
—İngiltere; 1788–1938 tarihleri arasında sömürgeleştirmek amacıyla gittiği Avustralya’nın yerli halkı Aborjinleri sistematik olarak yok etmiştir. İngilizler, Aborjinlerin arasına salgın hastalık yaymış, bununla da yetinmeyip yemeklerine zehir katarak yok etmeye çalışmaları sonucunda 750 bin Avustralya yerlisinden geriye sadece 31 bini sağ kalabilmiştir.
—Rusya; Lenin, 1917–1920 yılları arasında 30 bin muhalifini infaz ettirmiştir. 1944 yılında Rusya, Çeçen, İnguş, Karaçay-Malkarlar ile Kırım Türklerini trenlere bindirerek Sibirya ve Kazakistan'a sürgün etmiş bu sürgünde 500 bini aşkın Müslüman Türk yollarda ölmüştür. Rusya'nın Çeçenistan’a yaptığı saldırılarda da 200 binin üzerinde sivil katledilmiştir.
—Amerika; Dünyanın demokrasi bekçiliğini yapan Amerika, soykırımlarına Kızılderilileri katletmekle başlamıştır Amerikalılar ve İngilizler Almanların savaşı kaybetmelerinin ardından, Dresden kentine sığınan Alman göçmenlerin üzerine 3 gün süreyle havadan bomba yağdırmış bu saldırılar sonucunda çocuk ve kadınların oluşturduğu 200 bin kişi ölmüştür. Yine Amerika, Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine attığı atom bombaları sonucu 135 bin kişi ölümüne sebep olmuştur. Amerika’nın Vietnam işgali 70 bin kişinin ölümüyle sonuçlanmıştır. ABD son olarak Felluce’de 1500 sivili öldürmüştür. İngiliz Tıp Dergisi Lancet'in yaptığı araştırmaya göre ABD’nin Irak’ı işgali dolayısıyla toplam ölen sivil sayısı 655 bini aşmıştır.
Yukarıda da görüldüğü gibi medeni bildiğimiz Avrupa’nın ve Dünya Demokrasi bekçiliğine soyunan Amerika’nın aslında kendilerinin katliamcı ve soykırımcı olduğu açıkça görülmektedir.
**********
Bu noktadan itibaren Ermeni soykırım iddialarının asılsız ve yalandan ibaret olduğuna yine Ermenilerin kendi belgeleri ışığında bakalım;
Ermeniler her ne kadar kendi arşivlerini açmasalar da, Ermeni arşivlerindeki bilgilere Rus, Gürcü, Azeri arşivlerinden ulaşmak mümkündür ve bu arşivlerden çıkan sonuçlara görede Türklerin vatanını savunduğu açıkça gözükmektedir.
—Ermeni ve Rus arşivlerinde Ermenistan’ın ilk başbakanı Ovanes Kaçaznuni’nin, Ermenistan’da yasak olan kitabında ki görüşleri özetle şöyledir; 1.Dünya Savaşı sırasında halklar arasında boğazlaşmadan dolayı çok sayıda Ermeni ve Müslüman Türk ve Kürt yaşamını kaybetmiştir. Ermeni çetelerinin Türkler, Azeriler ve Kürtlerden oluşan Müslüman halka karşı Doğu Anadolu’da sistemli olarak soykırım girişimi Rus belgelerinde açıkça görülmektedir. Emperyalist batılı devletler tarafından kışkırtılan Ermeni çetelerine karşı Türk Devleti önlemini almış ve vatanını savunmuştur. Sadrazam Talat Paşa’nın Ermenileri tehcir kararının altında yatan neden, Ermenilerin doğrudan düşman kuvvetlerine yardım etmesidir. Çarlık Rus ordusunun içinde de 200.000 Ermeni askeri bulunmaktadır ve Tehcir de vatan savunmasının bir parçasıdır.
Kaçaznuni “Türklerle aramızda karşılıklı bir savaş vardı. Rusya tarafından Türklere karşı kullanıldık.” diyerek görüşlerini kendi kitabında da açıkça ifade etmektedir.
—Ermeni devlet adamı ve tarihçisi Karinyan ise; “Ermeni milliyetçiliğinin tarihi, emperyalizmle işbirliği tarihidir.”demektedir.
Büyük Sovyet Ansiklopedisi’nin 1926 baskısında Ermeni meselesiyle ilgili olarak;
1914 yılında uzun tartışmaların ardından Türkler, Doğu Anadolu bölgesinde reform yapılmasını öngören antlaşmaları Ermenilerin ve Rusya'nın baskısı sonucunda imzalamak zorunda kaldı. Bu anlaşmaya göre; Ermeniler geniş bir özgürlüğe kavuşuyor, yönetimde, dilde, askere alınmada ve diğer alanlardaki reformların, büyük devletlerin özellikle de Rusya’nın denetimi altında yapılması öngörülüyordu.Büyük Ermenistan hayallerinden vazgeçmeyen Ermeniler Türk ordusundan kaçan askerlerden gönüllü çeteler kurarak Türk hükümetine karşı eyleme geçtiler. Türk Hükümetinin karşılık vermesi sonucu çatışmalar sırasında bir grup Ermeni hayatını kaybetti, bir bölümü de Rusya'ya kaçtı.
Ermeni ve Rus arşivleri incelendiği zaman tüm gerçekler ortaya çıkacağından dolayıdır ki Ermenistan arşivlerini açmamakta ve tarihi belgeleri tarihçilerin incelemesine karşı çıkmaktadır. Dönemin Ermenistan hükümeti yöneticilerinin raporları, Ermeni komutanların üstlerine yazdıkları raporlar, Boryan ve Lalâyan gibi gerçek tarih bilincine sahip Ermeni tarihçilerin yayınladıkları belgeler, o dönemin gerçeklerini saptamaya yetiyor.
Ovanes Kaçaznuni, Taşnaksutyun Partisi 'nin kurucularından olup, 1918 yılı Temmuz ayında kurulan Ermenistan Devleti 'ninde ilk başbakanıdır ve Taşnak Hükümetini 1919 yılı Ağustos ayına kadar 13 ay yönetmiştir.1923 yılı Nisan ayında Taşnaksutyun Partisi'nin Bükreş'te yapılan Yurtdışı Konferansı'na sunulan ve Ermenistan hükümetinin ilk başbakanı ve Taşnaksutyun Partisi lideri Ovanes Kaçaznuni, nin imzasını taşıyan raporda; (Bu rapor, bugün Ermenistan'da yasaklanmıştır. Ayrıca raporun çeşitli dillerde yayımlanan basımları da, Avrupa kütüphanelerinden toplatılmıştır)
* I. Dünya Savaşı öncesinde, Ermeniler tarafından gönüllü silahlı birlikler oluşturuldu, bu hataydı.
* Bu birlikler ve o günkü politikamız kayıtsız şartsız Rusya'ya bağlanmıştı. Ve Türklerden yana olan güç dengesi hesaba katılmamıştı.
* 1918 yılı sonlarında İngiliz işgali, Taşnakların umutlarını yeniden kabartmıştı ve Ermenistan'da Taşnak diktatörlüğü kurmuşlardı.
* Ermeniler ''Denizden Denize Ermenistan Projesi'' gibi emperyalist bir talebe kapılmışlar, bu yönde kışkırtılmışlardı.
* Ermeniler, Müslüman nüfusu katletmişlerdi, bu nedenle Türklerin aldığı tehcir kararı doğrudur ve uygundur.
Kaçaznuni, 1914'ten 1923'e uzanan süreçte, Türk-Ermeni ilişkilerinin özünü savaş hali olarak değerlendirmiştir.
Kaçaznuni'nin kitabının en önemli noktası ise; Taşnak Partisi ile onun peşine takılan Ermenilerin savaşın bir tarafı, o günkü Türk devletinin ise savaşın diğer tarafı olarak değerlendirmesidir ki, bu değerlendirmeyle ortada savaş olduğu ve soykırım kavramının bu olayda söz konusu olamayacağı açıkça belirtilmektedir.
Kaçaznuni'nin bu değerlendirmesi kimilerini şaşırtsa da, 1915–1918 yenilgileri sonrasında Ermeni devlet adamları ve tarihçileri aynı doğrultuda değerlendirmeler yapmaktadır.
Kaçaznuni'nin değerlendirmelerinde; ''Müslüman bölgelerde idari yöntemlerle düzen sağlayamadık, silah kullanmak, ordu sevk etmek, yıkmak ve katliam yapmak zorunda kaldık, hatta bu konularda başarısız olduk.'' (S. 56)
Yine Ermeni tarihçi A.A. Lalayan, 1914–1923 yılları arasında Türk-Ermeni ilişkilerini Ermenistan devletinin arşivinde bulunan belgelere dayanarak açıklıyor. Lalayan, Taşnaksutyun gerçeğini Taşnak belgeleriyle ortaya koyuyor. Sözde Ermeni meselesinin içyüzünü gözler önüne seriyor.
Ermeni Tarihçi Lalayan'ın, Batı'da Türkiye aleyhine yürütülen sözde Ermeni soykırımı tezini altüst edecek saptamaları ise şöyledir;
* Taşnaksutyun Partisi, I. Dünya Savaşı'nın çok öncesinde Ermeni ticaret ve sanayi burjuvazisi için pazar yaratmak amacıyla Türkiye topraklarının bir kısmını işgal etme ve Denizden Denize Büyük Ermenistan Projesi'ni gerçekleştirme hayaline kapıldı;
* Taşnak Partisi, Ermeni kitlelerini milli motiflerle aldatarak Türklere saldırmaya ve imha etmeye doğru yönlendirdi;
* Çarlık Rusya hükümeti Türkiye'nin Doğu Bölgesi'nde bir dayanak yaratarak boğazları ele geçirmek ve Akdeniz'e inmek için Ermenileri kullandı.
* Ermeni gönüllü birlikleri, bu amaçla Çarlık makamları tarafından örgütlendi ve Taşnak gönüllü hareketi, on binlerce Türk köylüsünü katletti ve onların varlıklarını da yağmaladı.
* Taşnaklar bu uygulamalarıyla karşılıklı kırımı ateşlediler ve kendi amaçları uğruna Ermeni halkını da feda ettiler.
* Daha sonra, Bağımsız Ermenistan döneminde Taşnaklar bu kez bu amaçlarla İngiliz, Fransız ve ABD emperyalizmine alet oldular. Bu dönemde Taşnaklar yüz binlerce insanı katlettiler, 30 aylık Taşnak iktidarı sonunda Ermenistan'daki Türk nüfusu % 77, Kürt nüfusu % 98, Yezidiler ise % 40 oranında azaldı.
* Taşnaklar ayrıca, yüzlerce yıldır birlikte yaşadıkları Türklere karşı savaşmak istemeyen Ermenilere inanılmaz işkencelerde bulundular.
**********
Emperyalist batılı güçler, Türk tarihine potansiyel suçlu damgası vuruyor ve soykırımı inkârı suç sayan yasalar ile de esasında Türkleri, Türkiye’yi suçlu göstermeye çalışarak, bu oyun uğruna mahkemelerde yazılmış asıl tarihi değiştirmeye ve tarihi yeniden yazmaya çalışıyor. Tarih hiçbir zaman mahkemelerde tartışılarak yazılmaz.
AB yıllardır Türkiye’yi kapılarında tutarak, AB uyum yasaları adı altında dayatma yoluyla istediği yasaları çıkarttırıyor, Türkiye’ye, Türklere, Sevr’i ve sözde Ermeni Soykırımı’nı sistematik şekilde sinsice kabul ettirmeye çalışıyor.
Ermeni sorunu ile ilgili tezlerimizi ve gerçekleri yıllardır dünya kamuoyuna anlatamadığımız gibi, kendi toplumumuzda bile bazı insanlarımız, gerçekten katliam yapmış olabilir miyiz? Düşüncesine kapılmaktaktadır. Haklı olduğumuz bir konuda ki davayı, gerçeği, kendi toplumumuza anlatamamışsak, dünya kamuoyunun bizi anlamasını ve bize hak vermesini doğal olarak bekleyemeyiz. Aslında bu durumun en önemli sebebi her yıl binlerce mezun verdiğimiz, geleceğimizin büyükleri olacak öğrencilerimize eğitim- öğretimleri sürecinde Ermeni sorununu daha doğrusu kendi tarihimizi yeterince anlatamayışımızda yatmaktadır.
Ülkemizde okutulmakta olan ders kitaplarında Ermeni sorunuyla ilgili yeterli bilgi bulunmamaktadır. Osmanlı ve İnkılâp Tarihi’ni anlatan ders kitaplarında Ermeni sorunuyla ilgili gerekli bilgilere mutlaka yeterince yer verilmelidir. Tarih kitaplarında Osmanlı- İran, Macar, Fransız, Rus ilişkilerine yeterince bilgiler yer alırken, ne yazık ki Osmanlı- Ermeni ve Osmanlı- Rum ilişkileriyle ilgili konulara yeterince yer verilmemiş, Osmanlı-Ermeni, Osmanlı-Rum ilişkileri yüzeysel bilgilerden ibaret birkaç satırla sınırlı kalmıştır…
Mustafa Kemal Atatürk;
'Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat insanı şaşırtacak bir nitelik alır.’’ (1931)
'Tarih; hayal mahsulü olamaz. Tarih yazarken gerçek olayları bulmaya çalışmalıyız. Eğer bunları bulamazsak meçhuliyeti ve bu noktadan cehlimizi itiraf etmekten çekinmeyelim. '(10 Kasım 1935, Ulus.)
'Tarih bir milletin kanını, hakkını, varlığını hiçbir zaman inkâr edemez'.(1919) Sözleriyle tarihin önemini gayet güzel ifade etmiştir.
Tarihimiz planlı ve etkili bir biçimde eğitim-öğretim yoluyla bireylere aktarılmalıdır. Geleceğimizin bireylerini yetiştiren eğitim ve öğretimin yapıldığı, tarihimizi etkili şekilde aktaracağımız en önemli kurumlar ise okullarımızdır.
********
Yararlanılan Kaynaklar:
A.T.O. AB’nin Katliam ve Soykırım Sicili Raporu 14–10–2006; / Mehmet PERİNÇEK, “Rus Devlet Arşivlerinden 100 Belgede Ermeni Meselesi”; / Ovanes KAÇAZNUNİ, “Taşnak Partisinin Yapacağı Bir Şey Yok”; /Hikmet ÖZDEMİR, Kemal ÇİÇEK, Ömer TURAN, Ramazan ÇALIK, Yusuf HALAÇOĞLU, “Ermeniler: Sürgün ve Göç”; / Cumhuriyet, Dr. Alev COŞKUN; / Halil METİN, “Türkiye Siyasi Tarihinde Ermeniler ve Ermeni Olayları”;
17 Nisan 2015 Cuma
ERMENİ KİMDİR?
Ermeni kimdir?
-Hamile kadının karnını yarıp,çekip karnındaki çocuğu çıkaran;onun yerine,kadının kocasının kesilmiş kafasını koyup dikendir.
Ermeni kimdir?
-Ayağı ile bebeği bayrağa büküp,yakandır.
Ermeni kimdir?
-Camileri,medeniyet abidelerini ateşe verendir.
Ermeni kimdir?
-Havalanlarını,sefirlikleri,metro istasyonları,otobüsleri bombalayandır.
Ermeni kimdir?
-İyi müslüman ,ölü müslümandır diyerek yüzlerce Türk'ü asarak,suda boğarak,elektrik vererek,derisini yüzerek,gözünü oyarak ,işkence ile öldürendir..
Ermeni kimdir?
-Spitak ta 70 çocuğu önceden hazırlanan borunun içine doldurup her iki taraftan kaynak yanadır.
Ermeni kimdir?
-Öldürdükleri çocukların karnını yırtıp,yüreklerini parçalayandır.
Ermeni kimdir?
-Girdiği evdeki kadını duvara çivileyen,annenin gözleri önünde çocugunun derisini yüzüp,7 dakika da Türk çocugu öldü diye övünendir.
-Hamile kadının karnını yarıp,çekip karnındaki çocuğu çıkaran;onun yerine,kadının kocasının kesilmiş kafasını koyup dikendir.
Ermeni kimdir?
-Ayağı ile bebeği bayrağa büküp,yakandır.
Ermeni kimdir?
-Camileri,medeniyet abidelerini ateşe verendir.
Ermeni kimdir?
-Havalanlarını,sefirlikleri,metro istasyonları,otobüsleri bombalayandır.
Ermeni kimdir?
-İyi müslüman ,ölü müslümandır diyerek yüzlerce Türk'ü asarak,suda boğarak,elektrik vererek,derisini yüzerek,gözünü oyarak ,işkence ile öldürendir..
Ermeni kimdir?
-Spitak ta 70 çocuğu önceden hazırlanan borunun içine doldurup her iki taraftan kaynak yanadır.
Ermeni kimdir?
-Öldürdükleri çocukların karnını yırtıp,yüreklerini parçalayandır.
Ermeni kimdir?
-Girdiği evdeki kadını duvara çivileyen,annenin gözleri önünde çocugunun derisini yüzüp,7 dakika da Türk çocugu öldü diye övünendir.
16 Nisan 2015 Perşembe
Ermeni belgeleriyle soykırım yalanı: Ovanes Kaçaznuni’nin itirafları
Ovanes Kaçaznuni (Hovannez Katchaznouni), 1918 yılı
Temmuz ayında kurulan Ermenistan
devletinin ilk başbakanıdır. Taşnak Hükümetinin 1919 yılı Ağustos ayına kadar
13 ay yönetmiştir. Taşnaksutyun Partisi’nin kurucularındandır ve önemli
lideridir. Ermenistan’ın
ve Taşnak Partisi’nin en yetkilisidir.
1867 yılında Gürcistan’a bağlı Ahıska bölgesinde doğdu. Mimarlık eğitimi aldıktan sonar Bakû’de mimar olarak çalıştı. Taşnak örgütüne orada katıldı. 1917’de Ermeni Ulusal Konseyi üyesi oldu. 1918’e kadar Kafkasya parlamentosunda (Seym) Taşnak temsilcisi olarak bulundu. Trabzon ve Batum’da Türklerle yapılan barış görüşmelerinde Ermeni heyeti içinde yer aldı. Kafkasya devleti parçalanınca, 1918 Temmuz’unda bağımsız Ermenistan’ın ilk başbakanı oldu. 1919 Ağustos’una kadar bu görevde kaldı. 1920 yılında Ermenistan’da Bolşevik iktidarının kurulmasının ardından tutuklandı. 1921 yılında Bolşevik yönetimine karşı yapılan karşıdevrime! ayaklanmanın bastırılmasından sonra ülkeyi terk etti. Yıllar sonar Sovyet Ermenistanı’na geri döndü ve 1938 yılında ölene kadar mimar olarak çalıştı.
Kaçaznuni’nin raporu
Ovanes Kaçaznuni’nin 1923 yılında Bükreş’te yapılan Ermeni meselesi ile ilgili Taşnak Partisi toplantısında sunduğu rapor gerçekleri bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriyor.
Kaçaznuni’nin Osmanlı döneminde yaşananları anlattığı kendi imzasını taşıyan rapor aslında bir itirafnamedir. Kaçaznuni, hemen o yıl raporunu kitap olarak yayımlatır. Koyduğu başlık, yine intihar önerisini vurgulamaktadır: “Taşnaksutyun’un Artık Yapacağı Bir Şey Yok.”
Ermenice basılan kitap, dört yıl sonra, 1927 yılında Rusçaya çevrilerek Tiflis’le “ibreti âlem”olması amacıyla 2 bin adet basıldı. Kitabın İngilizce basımı ise, 1955 yılında, “The Armenian Revolutionary Federation (Dashnaksoution) Has Nothing To Do Any More” başlığıyla “Armenian Information Service” (Ermeni İstihbarat Servisi) tarafından New York’ta yayımlandı. Ancak bu İngilizce yayın, kitabın bütününü içermiyor. İlk Ermeni başbakanının bu tarihî raporu Ermenistan’da yasaklanmıştır. Yayınların Avrupa’daki kütüphanelerden Taşnaklar tarafından toplatıldığı da biliniyor. Kitabın çeşitli dillerden yayımlanan basımları, Avrupa kütüphanelerinden toplatılmıştır. Rapor, sonraları İstanbul Üniversitesi Araştırma Görevlisi Sayın Mehmet PERİNÇEK tarafından Moskova’daki Lenin Kütüphanesi’nde Rusça olarak bulundu ve Türkolog Arif ACAROĞLU tarafından Türkçe’ye çevrildi.
Kaynak Yayınları’ndan, 2006 yılında, “Taşnak Partisi’nin Yapacağı Birşey Yok” (1923 Parti Konferansı’na Rapor) başlığıyla yayınlanan kitapta yazılanlar Ermeni kıyımı iddiaları bağlamında bir belge durumunda…
Yıllarca sözde soykırıma uğradıklarını iddia eden ve dünya kamuoyunu baskı altına almaya çalışan Ermenilerin bütün tezlerini çürüten ilk başbakanları, 128 sayfalık raporunda şu çarpıcı ifadelere veriyor:
Askeri operasyonlara katıldık
“1914 Sonbaharında, Türkiye henüz savaşan taraflardan birine katılmadığı dönemde, Güney Kafkasya’da büyük gürültü içinde ve enerjik biçimde Ermeni gönüllü birlikleri oluşturulmaya başlandı… ve sadece birkaç hafta içerisinde Ermeni devrimci Taşnaksutyun Partisi (EDDP) hem bu birliklerin oluşturulmasına hem de bunların Türkiye’ye karşı gerçekleştirdikleri askeri operasyonlara aktif biçimde katıldı….”
Aklımız dumanlanmıştı
“Biz, kayıtsız şartsız Rusya’ya yönelmiş durumdaydık. Herhangi bir gerekçe yokken, zafer havasına kapılmıştık. Sadakatimiz, çalışmalarımız ve yardımlarımız karşılığında, çar hükümetinin Ermenistan’ın bağımsızlığını bize armağan edeceğinden emindik…
Aklımız dumanlanmıştı. Biz kendi isteklerimizi başkalarına mal ederek, sorumsuz kişilerin boş sözlerine büyük önem vererek ve kendimize yaptığımız hipnozun etkisiyle, gerçekleri anlayamadık ve hayallere kapıldık.”
Türkler doğru yaptı
“1915 yaz ve sonbahar döneminde Türkiye Ermenileri zorunlu bir tehcire tabi tutuldu. Türkler ne yaptıklarını biliyorlardı ve bugün pişmanlık duymalarını gerektirecek bir husus bulunmamaktadır .(…) bu yöntem en kesin ve en uygun yöntemdi. Kızgınlık ve korku içinde bulunan bizler, “suçlu” arıyorduk ve bu suçluyu hemen “Rus” hükümeti ve onun kalleşçe politikaları olarak belirledik.
Siyasal açıdan olgunlaşmamış ve dengesiz insanlara özgü bir şaşkınlık içinde, bir uçtan diğerine savrulmaktaydık. Rus hükümetine karşı dünkü inancımızı ne denli körü körüne ve temelsiz idiyse, bugünkü suçlamalarımız da o denli körü körüne ve temelsizdi. Siyasal bir parti (Taşnaksutyun) olarak biz, meselemizin Rusları ilgilendirmediğini ve onların gerektiğinde bizim cesetlerimizi çiğneyerek geçip gidebileceklerini unutmuştuk.”
Gerçekleri göremedik
“Askerî operasyonlara katıldık. Kandırıldık ve Rusya’ya bağlandık. Tehcir doğruydu ve gerekliydi. Gerçekleri göremedik, olayların sebebi biziz. Türklerin millî mücadelesi haklıydı. Barışı reddetmemiz ve silahlanmamız büyük bir hataydı. Türklere karşı ayaklandık ve savaştık. Sevr Antlaşması gözümüzü kör etmişti. İsyanımızın temelinde İtilaf devletlerinin bize vadettiği büyük Ermenistan hayali vardı. Ama biz hiç bir zaman devlet olamadık. Türkiye Ermenistan’ı diye bir devletin hayalden öte olmadığı gerçeğini göremedik.”
Olayların sebebi biziz
“Kötü kaderden şikayet etmek ve felaketlerimizin sebeplerini kendi dışımızda aramak acıklı bir durumdur. Bu bizim (hastalıklı) milli psikolojimizin karakteristik bir özelliğidir ve Taşnaksutyun partisi de bundan kaçamamıştır. (…) sanki uzak görüşlü olmamamız bir kahramanlıktı çünkü isteyen herkes, Fransızlar, İngilizler, Amerikalılar, Gürcüler, Bolşevikler tek kelimeyle bütün dünya bizi kolayca aldattı, atlattı ve ihanet etti, oysa bizler safça bu savaşın Ermeniler için yapıldığına inandırılmıştık. “
Barış teklifini reddettik
“1914-1918 yılında emperyalistlere karşı savaşlarında bozguna uğrayan Türkler, dinlenerek iki yıl içerisinde yeniden canlandılar. Yeni genç ve yurtsever duygularla hareket eden bir nesil ortaya çıkarak, Anadolu’da kendi ordusunu yeniden organize etmeye başlamıştı. Türkiye’de milli bilinç ve kendisini savunma içgüdüsü uyanmıştı.
Onlar Küçük Asya’da istikballerini hiç olmazsa bir şekilde temin edebilmek için Sevr Anlaşması’na askeri güçle karşı koymak zorundaydılar. Bizim bu dönemde barışı reddetmemiz ve silahlanmamız büyük bir hataydı.
Çok geçmeden sınırlarımıza askerî operasyonlar başladığında, Türkler bizimle bir araya gelmeyi ve görüşmelere başlamayı teklif ettiler. Biz ise onların bu teklifini geri çevirdik. Bu büyük bir hataydı. Bu, görüşmelerin kesinlikle başarıyla sonuçlanacağı anlamına gelmezdi ama bu görüşmelerde barışçı bir sonuca ulaşma ihtimâli vardı.”
Türkler’e karşı ayaklandık ve savaştık
“Türklere karşı ayaklandık. Barışı sabote etmek için savaştık bile. Artık hepimiz, Türkler’in düşmanı olan itilaf devletlerinin kampındaydık. Türkiye’den “denizden denize Ermenistan” talep etmekteydik. İtilaf devletlerinin ordularını Türkiye’ye göndermeleri ve hakimiyetimizi temin etmeleri için Avrupa ve Amerika’ya resmi çağrılar yaptık. Nihayet şu da var ki, var olduğumuz sürece aralıksız olarak Türkler’le savaştık, öldük ve öldürdük. Artık, Türkler’e ne gibi bir güven telkin edebiliriz ki?”
İsyanımızın temelinde Büyük Ermenistan vardı
“Türkiye’nin yedi ili, Kilikya’da dört sancak ve Karadeniz’den Akdeniz’e Karabağ dağlarından Arap çöllerine uzanan “Büyük Ermenistan” tasarlanmakta ve talep edilmekteydi. Bu emperyalist hayal nasıl gerçekleşebilirdi?”
Hiçbir zaman devlet olamadık
“Adil olursak; yönetmek demek öngörmek demekse, biz kesinlikle öngörü yeteneği olmayan, işe yaramaz Taşnak yöneticileriydik. Başlıca zaafımız bu noktadaydı. Dahası, faaliyetlerimizin amacını belirli ve net biçimde anlamış değildik; rehber bir ilkemiz ve sürekli uygulanabilen tutarlı bir sistemimiz yoktu. Sanki istemeden, tesadüfi koşulların etkisi altında tereddütle hareket ediyor, kafamızı duvara çarpıyor ve ayaklarımızın altındaki zemini körler gibi denemeye kalkıyorduk. İmkanlarımızın sınırlarını bilmiyor ve çoğu zaman bunları abartıyorduk. Engellerin çağını anlamıyor, karşıt güçlerden nefret ediyorduk. Devlet ile partiyi ayıramıyor ve parti ideolojisini devlet işlerine karıştırıyorduk. Bizler devlet adamları değildik”
Türkiye Ermenistanı diye bir şey yok
“Şimdi neyimiz var? Aras ile Sevan arasında küçücük ve sözde bağımsız, gerçekte ise canlanmakta olan Rusya İmparatorluğu’nun özerk bir kenar bölgesi durumundayız. Türkiye Ermenistanı diye bir şey yok; bu konu Lozan’da defnedilmiştir. Büyük Avrupa devletleri bizi defnettiler.”
Teröre yöneldik
“Kişilere karşı suikastlar planlayarak ve gerçekleştirerek, bir zamanlar Yıldız köşkünde yaptığımız gibi yapabilir bu kez başkalarını bombalayabiliriz. Ama niçin? Biz Türkiye’de gürültü çıkarttığımızda bu gürültü sayesinde büyük devletlerin dikkatini Ermeni konusuna çekeceğimizi ve onları bizim lehimize aracı olmaya zorlayacağımızı sandık. Şimdi ise böyle bir aracılığın kaç para ettiğini artık biliyoruz.”
Geçmişin kalıntısı Taşnak partisi, artık son bulmalıdır: ben intihar öneriyorum
Parti artık yenilmiş ve otoritesini kaybetmiştir; ülkeden kovulmuş ve geri dönemez kolonilerin ise yapabileceği bir iş yok. Bir parti, “Madem yaşıyorum öyleyse kendime nasıl olursa olsun bir iş uydurmalıyım” diyemez.“Madem yaşıyorum”,”öyleyse” tarzında bir yaklaşım mantıksal olarak yanlıştır. Cümleyi bunun tersi yönde kurmamız gerekir:Madem ki yapacak bir işim kalmamış, yaşamam gerekmez!” Evet ben intihar öneriyorum! Taşnak Partisi geçmişin bir kalıntısıdır, gereksiz bir organdır ve vücudun bu organa artık ihtiyacı kalmamıştır, şimdilerde bir koloni (diaspora) partisidir.
Taşnak partisi, barışa engeldir
“Yalnız bir konuda ısrar ediyorum. Bir gün gelir de Türkler’le anlaşmak ihtiyacı doğarsa; sahneye başka bir anlayışa, başka bir psikolojiye sahip, en önemlisi de başka bir mazisi olan ya da olmayan insanların çıkması gerekir. Ve bu noktada Taşnaksutyun, değil yardım etmek, tersine engel olur.”
1867 yılında Gürcistan’a bağlı Ahıska bölgesinde doğdu. Mimarlık eğitimi aldıktan sonar Bakû’de mimar olarak çalıştı. Taşnak örgütüne orada katıldı. 1917’de Ermeni Ulusal Konseyi üyesi oldu. 1918’e kadar Kafkasya parlamentosunda (Seym) Taşnak temsilcisi olarak bulundu. Trabzon ve Batum’da Türklerle yapılan barış görüşmelerinde Ermeni heyeti içinde yer aldı. Kafkasya devleti parçalanınca, 1918 Temmuz’unda bağımsız Ermenistan’ın ilk başbakanı oldu. 1919 Ağustos’una kadar bu görevde kaldı. 1920 yılında Ermenistan’da Bolşevik iktidarının kurulmasının ardından tutuklandı. 1921 yılında Bolşevik yönetimine karşı yapılan karşıdevrime! ayaklanmanın bastırılmasından sonra ülkeyi terk etti. Yıllar sonar Sovyet Ermenistanı’na geri döndü ve 1938 yılında ölene kadar mimar olarak çalıştı.
Kaçaznuni’nin raporu
Ovanes Kaçaznuni’nin 1923 yılında Bükreş’te yapılan Ermeni meselesi ile ilgili Taşnak Partisi toplantısında sunduğu rapor gerçekleri bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriyor.
Kaçaznuni’nin Osmanlı döneminde yaşananları anlattığı kendi imzasını taşıyan rapor aslında bir itirafnamedir. Kaçaznuni, hemen o yıl raporunu kitap olarak yayımlatır. Koyduğu başlık, yine intihar önerisini vurgulamaktadır: “Taşnaksutyun’un Artık Yapacağı Bir Şey Yok.”
Ermenice basılan kitap, dört yıl sonra, 1927 yılında Rusçaya çevrilerek Tiflis’le “ibreti âlem”olması amacıyla 2 bin adet basıldı. Kitabın İngilizce basımı ise, 1955 yılında, “The Armenian Revolutionary Federation (Dashnaksoution) Has Nothing To Do Any More” başlığıyla “Armenian Information Service” (Ermeni İstihbarat Servisi) tarafından New York’ta yayımlandı. Ancak bu İngilizce yayın, kitabın bütününü içermiyor. İlk Ermeni başbakanının bu tarihî raporu Ermenistan’da yasaklanmıştır. Yayınların Avrupa’daki kütüphanelerden Taşnaklar tarafından toplatıldığı da biliniyor. Kitabın çeşitli dillerden yayımlanan basımları, Avrupa kütüphanelerinden toplatılmıştır. Rapor, sonraları İstanbul Üniversitesi Araştırma Görevlisi Sayın Mehmet PERİNÇEK tarafından Moskova’daki Lenin Kütüphanesi’nde Rusça olarak bulundu ve Türkolog Arif ACAROĞLU tarafından Türkçe’ye çevrildi.
Kaynak Yayınları’ndan, 2006 yılında, “Taşnak Partisi’nin Yapacağı Birşey Yok” (1923 Parti Konferansı’na Rapor) başlığıyla yayınlanan kitapta yazılanlar Ermeni kıyımı iddiaları bağlamında bir belge durumunda…
Yıllarca sözde soykırıma uğradıklarını iddia eden ve dünya kamuoyunu baskı altına almaya çalışan Ermenilerin bütün tezlerini çürüten ilk başbakanları, 128 sayfalık raporunda şu çarpıcı ifadelere veriyor:
Askeri operasyonlara katıldık
“1914 Sonbaharında, Türkiye henüz savaşan taraflardan birine katılmadığı dönemde, Güney Kafkasya’da büyük gürültü içinde ve enerjik biçimde Ermeni gönüllü birlikleri oluşturulmaya başlandı… ve sadece birkaç hafta içerisinde Ermeni devrimci Taşnaksutyun Partisi (EDDP) hem bu birliklerin oluşturulmasına hem de bunların Türkiye’ye karşı gerçekleştirdikleri askeri operasyonlara aktif biçimde katıldı….”
Aklımız dumanlanmıştı
“Biz, kayıtsız şartsız Rusya’ya yönelmiş durumdaydık. Herhangi bir gerekçe yokken, zafer havasına kapılmıştık. Sadakatimiz, çalışmalarımız ve yardımlarımız karşılığında, çar hükümetinin Ermenistan’ın bağımsızlığını bize armağan edeceğinden emindik…
Aklımız dumanlanmıştı. Biz kendi isteklerimizi başkalarına mal ederek, sorumsuz kişilerin boş sözlerine büyük önem vererek ve kendimize yaptığımız hipnozun etkisiyle, gerçekleri anlayamadık ve hayallere kapıldık.”
Türkler doğru yaptı
“1915 yaz ve sonbahar döneminde Türkiye Ermenileri zorunlu bir tehcire tabi tutuldu. Türkler ne yaptıklarını biliyorlardı ve bugün pişmanlık duymalarını gerektirecek bir husus bulunmamaktadır .(…) bu yöntem en kesin ve en uygun yöntemdi. Kızgınlık ve korku içinde bulunan bizler, “suçlu” arıyorduk ve bu suçluyu hemen “Rus” hükümeti ve onun kalleşçe politikaları olarak belirledik.
Siyasal açıdan olgunlaşmamış ve dengesiz insanlara özgü bir şaşkınlık içinde, bir uçtan diğerine savrulmaktaydık. Rus hükümetine karşı dünkü inancımızı ne denli körü körüne ve temelsiz idiyse, bugünkü suçlamalarımız da o denli körü körüne ve temelsizdi. Siyasal bir parti (Taşnaksutyun) olarak biz, meselemizin Rusları ilgilendirmediğini ve onların gerektiğinde bizim cesetlerimizi çiğneyerek geçip gidebileceklerini unutmuştuk.”
Gerçekleri göremedik
“Askerî operasyonlara katıldık. Kandırıldık ve Rusya’ya bağlandık. Tehcir doğruydu ve gerekliydi. Gerçekleri göremedik, olayların sebebi biziz. Türklerin millî mücadelesi haklıydı. Barışı reddetmemiz ve silahlanmamız büyük bir hataydı. Türklere karşı ayaklandık ve savaştık. Sevr Antlaşması gözümüzü kör etmişti. İsyanımızın temelinde İtilaf devletlerinin bize vadettiği büyük Ermenistan hayali vardı. Ama biz hiç bir zaman devlet olamadık. Türkiye Ermenistan’ı diye bir devletin hayalden öte olmadığı gerçeğini göremedik.”
Olayların sebebi biziz
“Kötü kaderden şikayet etmek ve felaketlerimizin sebeplerini kendi dışımızda aramak acıklı bir durumdur. Bu bizim (hastalıklı) milli psikolojimizin karakteristik bir özelliğidir ve Taşnaksutyun partisi de bundan kaçamamıştır. (…) sanki uzak görüşlü olmamamız bir kahramanlıktı çünkü isteyen herkes, Fransızlar, İngilizler, Amerikalılar, Gürcüler, Bolşevikler tek kelimeyle bütün dünya bizi kolayca aldattı, atlattı ve ihanet etti, oysa bizler safça bu savaşın Ermeniler için yapıldığına inandırılmıştık. “
Barış teklifini reddettik
“1914-1918 yılında emperyalistlere karşı savaşlarında bozguna uğrayan Türkler, dinlenerek iki yıl içerisinde yeniden canlandılar. Yeni genç ve yurtsever duygularla hareket eden bir nesil ortaya çıkarak, Anadolu’da kendi ordusunu yeniden organize etmeye başlamıştı. Türkiye’de milli bilinç ve kendisini savunma içgüdüsü uyanmıştı.
Onlar Küçük Asya’da istikballerini hiç olmazsa bir şekilde temin edebilmek için Sevr Anlaşması’na askeri güçle karşı koymak zorundaydılar. Bizim bu dönemde barışı reddetmemiz ve silahlanmamız büyük bir hataydı.
Çok geçmeden sınırlarımıza askerî operasyonlar başladığında, Türkler bizimle bir araya gelmeyi ve görüşmelere başlamayı teklif ettiler. Biz ise onların bu teklifini geri çevirdik. Bu büyük bir hataydı. Bu, görüşmelerin kesinlikle başarıyla sonuçlanacağı anlamına gelmezdi ama bu görüşmelerde barışçı bir sonuca ulaşma ihtimâli vardı.”
Türkler’e karşı ayaklandık ve savaştık
“Türklere karşı ayaklandık. Barışı sabote etmek için savaştık bile. Artık hepimiz, Türkler’in düşmanı olan itilaf devletlerinin kampındaydık. Türkiye’den “denizden denize Ermenistan” talep etmekteydik. İtilaf devletlerinin ordularını Türkiye’ye göndermeleri ve hakimiyetimizi temin etmeleri için Avrupa ve Amerika’ya resmi çağrılar yaptık. Nihayet şu da var ki, var olduğumuz sürece aralıksız olarak Türkler’le savaştık, öldük ve öldürdük. Artık, Türkler’e ne gibi bir güven telkin edebiliriz ki?”
İsyanımızın temelinde Büyük Ermenistan vardı
“Türkiye’nin yedi ili, Kilikya’da dört sancak ve Karadeniz’den Akdeniz’e Karabağ dağlarından Arap çöllerine uzanan “Büyük Ermenistan” tasarlanmakta ve talep edilmekteydi. Bu emperyalist hayal nasıl gerçekleşebilirdi?”
Hiçbir zaman devlet olamadık
“Adil olursak; yönetmek demek öngörmek demekse, biz kesinlikle öngörü yeteneği olmayan, işe yaramaz Taşnak yöneticileriydik. Başlıca zaafımız bu noktadaydı. Dahası, faaliyetlerimizin amacını belirli ve net biçimde anlamış değildik; rehber bir ilkemiz ve sürekli uygulanabilen tutarlı bir sistemimiz yoktu. Sanki istemeden, tesadüfi koşulların etkisi altında tereddütle hareket ediyor, kafamızı duvara çarpıyor ve ayaklarımızın altındaki zemini körler gibi denemeye kalkıyorduk. İmkanlarımızın sınırlarını bilmiyor ve çoğu zaman bunları abartıyorduk. Engellerin çağını anlamıyor, karşıt güçlerden nefret ediyorduk. Devlet ile partiyi ayıramıyor ve parti ideolojisini devlet işlerine karıştırıyorduk. Bizler devlet adamları değildik”
Türkiye Ermenistanı diye bir şey yok
“Şimdi neyimiz var? Aras ile Sevan arasında küçücük ve sözde bağımsız, gerçekte ise canlanmakta olan Rusya İmparatorluğu’nun özerk bir kenar bölgesi durumundayız. Türkiye Ermenistanı diye bir şey yok; bu konu Lozan’da defnedilmiştir. Büyük Avrupa devletleri bizi defnettiler.”
Teröre yöneldik
“Kişilere karşı suikastlar planlayarak ve gerçekleştirerek, bir zamanlar Yıldız köşkünde yaptığımız gibi yapabilir bu kez başkalarını bombalayabiliriz. Ama niçin? Biz Türkiye’de gürültü çıkarttığımızda bu gürültü sayesinde büyük devletlerin dikkatini Ermeni konusuna çekeceğimizi ve onları bizim lehimize aracı olmaya zorlayacağımızı sandık. Şimdi ise böyle bir aracılığın kaç para ettiğini artık biliyoruz.”
Geçmişin kalıntısı Taşnak partisi, artık son bulmalıdır: ben intihar öneriyorum
Parti artık yenilmiş ve otoritesini kaybetmiştir; ülkeden kovulmuş ve geri dönemez kolonilerin ise yapabileceği bir iş yok. Bir parti, “Madem yaşıyorum öyleyse kendime nasıl olursa olsun bir iş uydurmalıyım” diyemez.“Madem yaşıyorum”,”öyleyse” tarzında bir yaklaşım mantıksal olarak yanlıştır. Cümleyi bunun tersi yönde kurmamız gerekir:Madem ki yapacak bir işim kalmamış, yaşamam gerekmez!” Evet ben intihar öneriyorum! Taşnak Partisi geçmişin bir kalıntısıdır, gereksiz bir organdır ve vücudun bu organa artık ihtiyacı kalmamıştır, şimdilerde bir koloni (diaspora) partisidir.
Taşnak partisi, barışa engeldir
“Yalnız bir konuda ısrar ediyorum. Bir gün gelir de Türkler’le anlaşmak ihtiyacı doğarsa; sahneye başka bir anlayışa, başka bir psikolojiye sahip, en önemlisi de başka bir mazisi olan ya da olmayan insanların çıkması gerekir. Ve bu noktada Taşnaksutyun, değil yardım etmek, tersine engel olur.”
DAVETİYE - Hüseyin Nihal Atsız
Ey Benito Musolini! Ey gayet yüce,
italyanlar başvekili muhterem Duçe!
Duydum ki, yelkenleri edip de fora
Gelecekmiş orduların yeşil Bosfora.
Buyursunlar... Bizim için savaş düğündür;
Din Arab'ın, hukuk sizin, harp Türklüğündür.
Açlar nasıl bir istekle koşarsa aşa
Türk eri de öyle gider kanlı savaşa.
Hem karadan, hem denizden ordular indir!
Çarpışalım, en doğru söz süngülerindir!
Kalem, fırça, mermer nedir? Birer oyuncak!
Şaheserler süngülerle yazılır ancak!
Çağrı Beğle Tuğrul Beğ'in kurdugu devlet
italyali melezlerden üstündür elbet;
Bizim eski uşakları alda yanına
Balkanlardan doğru yürü er meydanına;
Çelik zırhlı kartalları göklere saldır...
Fakat zafer sizin için söz ve masaldır...
Dirilerek başınıza geçse de Sezar
Yine olur Anadolu size bir mezar.
Belki fazla bel bağladın şimal komşuna,
Biz güleriz Cermenliğin kudurusuna,
Tanıyoruz Atila'dan beri Cermeni,
Farklı midir Prusyalı yahut Ermeni?
Senin dostun Cermanyaya biz Nemse deriz,
Bir gün yine Beç önünde düğün ederiz.
Söyle, kara gömlekliler etmesin keder;
Ölüm-dirim savaş bir gun mukadder!
Gerçi bugun eskisinden daha cok diksin;
Fakat yine biz Osmanlı , sen Venediksin!
Tarihteki eski Roma hoş bir hayaldir,
Hayal bütün insanlarda olan bir haldir.
Bu hayaller zamanları hızla aşmalı,
Gök Türklerle Romalılar karşılaşmalı !
Görmüyorsan gönlümüzün içini, körsün!
Kılıçlarımız kınlarından çıkmaya görsün!
Top sesleri, bomba sesi bize saz gelir;
17'ye karşı 44 milyon az gelir.
Arnavudu yendim diye kendini avut,
Yiğit Türkle bir olur mu soysuz Arnavut?
Kayalara çarpmalıdır korkunç türküler!
Dalmalıdır gövdelere çelik süngüler!
Sert dipçikler ezmelidir nice başları !
Ecel kuşu ayırmalı arkadaşları!
En yiğitler serilmeli en önce yere!
Kızıl kanlar yerde taşıp olmali dere!
Ulku denen nazli gelin erde san ister!
Büyük devlet kurmak icin büyük kan ister.
Damarında var mı senin böle bol kanın?
Türkün kanı bir eşidir lavlı volkanın!
Tarihteki eski Roma hoş bir hayaldir,
Kurulacak yeni Roma boş bir hayaldir,
Karşısında olmasaydı şanlı 'Türk BudunBelki gerçek olacaktı bir gün umudun,
İnsan oğlu ümitlerle dolup taşmalı,
Aryalarla Turanlılar karşılaşmalı.
Tabiatın yürüyüşü belki yavaştır;
Hız verecek biricik şey ona savaştır!
Keskin olur likörlerden ayranla kımız,
Karnera'yı yere serer Tekirdağlımız.
Yurdumuzun çok tarafı olsa da kuru
Makarnadan kuvvetlidir yine bulguru...
Biz güleriz Façyolarin felsefesine,
Dayanır mı kırkı bir tek Türk efesine?
Bizim yanık Fuzuli'miz engin bir deniz!
Karşısında bir göl kalır sizin Dante'niz!
Bizler ulu bir çınarız, sizler sarmaşık!
'General'ler 'Paşa' larla atamaz aşık!..
Ey italyan başvekili! Ey Musolini!
iki irkin kabarmali asirlik kini...
Hesabını göreceğiz elbette yarın
Yedi yüzlü , yedi dilli italyanların!
Irkınızı hiçe saydı Hazreti Fatih.
Biraz daha yaşasaydı Hazreti Fatih
Ne Venedik kalacakti, ne Floransa...
Hos geldiniz diyecekti bize Fransa!
Haydi, hamle kafirindir... ilkonce sen gel
Ecel ile zaman bize olmadan engel!
Burda tanklar yürümezse etme çok tasa;
Süngülerle çarpışmadır savaşta yasa.
Olma böyle sinsi çakal, yahut engerek!
Bozkurt gibi, kartal gibi döğüşmek gerek!
Kılıç Arslan öldü sanma, yaşıyor bizde!
Atila'nın ateşi var içimizde!
Kanije'nin gazileri daha dipdiri!
sınırdadır Pilevne'nin kırk bin askeri!
Edirne'de Şükrü Paşa bekliyor nöbet!
Dumlupınar denen şeyi bilirsin elbet!
Şehitlerden elli milyon bekcisi olan
Aşılmaz bir kayadır bu ebedi Vatan!
italyanlar başvekili muhterem Duçe!
Duydum ki, yelkenleri edip de fora
Gelecekmiş orduların yeşil Bosfora.
Buyursunlar... Bizim için savaş düğündür;
Din Arab'ın, hukuk sizin, harp Türklüğündür.
Açlar nasıl bir istekle koşarsa aşa
Türk eri de öyle gider kanlı savaşa.
Hem karadan, hem denizden ordular indir!
Çarpışalım, en doğru söz süngülerindir!
Kalem, fırça, mermer nedir? Birer oyuncak!
Şaheserler süngülerle yazılır ancak!
Çağrı Beğle Tuğrul Beğ'in kurdugu devlet
italyali melezlerden üstündür elbet;
Bizim eski uşakları alda yanına
Balkanlardan doğru yürü er meydanına;
Çelik zırhlı kartalları göklere saldır...
Fakat zafer sizin için söz ve masaldır...
Dirilerek başınıza geçse de Sezar
Yine olur Anadolu size bir mezar.
Belki fazla bel bağladın şimal komşuna,
Biz güleriz Cermenliğin kudurusuna,
Tanıyoruz Atila'dan beri Cermeni,
Farklı midir Prusyalı yahut Ermeni?
Senin dostun Cermanyaya biz Nemse deriz,
Bir gün yine Beç önünde düğün ederiz.
Söyle, kara gömlekliler etmesin keder;
Ölüm-dirim savaş bir gun mukadder!
Gerçi bugun eskisinden daha cok diksin;
Fakat yine biz Osmanlı , sen Venediksin!
Tarihteki eski Roma hoş bir hayaldir,
Hayal bütün insanlarda olan bir haldir.
Bu hayaller zamanları hızla aşmalı,
Gök Türklerle Romalılar karşılaşmalı !
Görmüyorsan gönlümüzün içini, körsün!
Kılıçlarımız kınlarından çıkmaya görsün!
Top sesleri, bomba sesi bize saz gelir;
17'ye karşı 44 milyon az gelir.
Arnavudu yendim diye kendini avut,
Yiğit Türkle bir olur mu soysuz Arnavut?
Kayalara çarpmalıdır korkunç türküler!
Dalmalıdır gövdelere çelik süngüler!
Sert dipçikler ezmelidir nice başları !
Ecel kuşu ayırmalı arkadaşları!
En yiğitler serilmeli en önce yere!
Kızıl kanlar yerde taşıp olmali dere!
Ulku denen nazli gelin erde san ister!
Büyük devlet kurmak icin büyük kan ister.
Damarında var mı senin böle bol kanın?
Türkün kanı bir eşidir lavlı volkanın!
Tarihteki eski Roma hoş bir hayaldir,
Kurulacak yeni Roma boş bir hayaldir,
Karşısında olmasaydı şanlı 'Türk BudunBelki gerçek olacaktı bir gün umudun,
İnsan oğlu ümitlerle dolup taşmalı,
Aryalarla Turanlılar karşılaşmalı.
Tabiatın yürüyüşü belki yavaştır;
Hız verecek biricik şey ona savaştır!
Keskin olur likörlerden ayranla kımız,
Karnera'yı yere serer Tekirdağlımız.
Yurdumuzun çok tarafı olsa da kuru
Makarnadan kuvvetlidir yine bulguru...
Biz güleriz Façyolarin felsefesine,
Dayanır mı kırkı bir tek Türk efesine?
Bizim yanık Fuzuli'miz engin bir deniz!
Karşısında bir göl kalır sizin Dante'niz!
Bizler ulu bir çınarız, sizler sarmaşık!
'General'ler 'Paşa' larla atamaz aşık!..
Ey italyan başvekili! Ey Musolini!
iki irkin kabarmali asirlik kini...
Hesabını göreceğiz elbette yarın
Yedi yüzlü , yedi dilli italyanların!
Irkınızı hiçe saydı Hazreti Fatih.
Biraz daha yaşasaydı Hazreti Fatih
Ne Venedik kalacakti, ne Floransa...
Hos geldiniz diyecekti bize Fransa!
Haydi, hamle kafirindir... ilkonce sen gel
Ecel ile zaman bize olmadan engel!
Burda tanklar yürümezse etme çok tasa;
Süngülerle çarpışmadır savaşta yasa.
Olma böyle sinsi çakal, yahut engerek!
Bozkurt gibi, kartal gibi döğüşmek gerek!
Kılıç Arslan öldü sanma, yaşıyor bizde!
Atila'nın ateşi var içimizde!
Kanije'nin gazileri daha dipdiri!
sınırdadır Pilevne'nin kırk bin askeri!
Edirne'de Şükrü Paşa bekliyor nöbet!
Dumlupınar denen şeyi bilirsin elbet!
Şehitlerden elli milyon bekcisi olan
Aşılmaz bir kayadır bu ebedi Vatan!
15 Nisan 2015 Çarşamba
İLK UÇAN İNSAN
Hezarfen Ahmet Çelebi (1609 İstanbul - 1640 Cezayir)
Hezarfen Ahmet Çelebi, kendi geliştirdiği takma kanatlarla uçmayı başaran ilk
insanlardan biri olan, 17. yüzyılda Osmanlıda yaşamış Türk bilginidir.
1623-1640 yılları arasında saltanat süren Sultan IV. Murat zamanında, uçma
tasarısını gerçekleştirdiği ve geniş bilgisinden ötürü halk arasında Hezarfen
olarak anıldığı bilinmektedir. Hezarfen’in, Leonardo da Vinci’nin kuşlar
üzerinde yaptığı çalışmalarından ilhamlandığı sanılmaktadır. Tarihi uçuşuna
İstanbul’daki Galata Kulesi’nden başlamış ve İstanbul Boğazı’nı uçarak geçmeyi
başarmıştır. Böylece kıtadan kıtaya uçarak bir ilke daha imza atmıştır. İlk
uçma denemelerinde, 10. yüzyıl Türk alimlerinden İsmail Cevheri’den ilham
almıştır. Cevheri’nin bulgularını iyice inceleyen ve öğrenen Çelebi, kuşların
uçuşunu inceleyerek tarihi uçuşundan önce hazırladığı kanatlarının dayanıklılık
derecesini ölçmek için, Okmeydanı’nda deneyler yapmıştır. 1632 yılında lodos
bir havada Galata Kulesi’nden kuş kanatlarına benzer bir araç takıp kendini
boşluğa bırakan ve uçarak İstanbul Boğazını geçip 6000 m. ötede Üsküdar’da
Doğancılar’a inen Hezarfen Ahmet Çelebi, Türk havacılık tarihinin en kayda
değer simalarından birisidir. Bu uçuş hakkındaki belgeler şimdiye kadar sadece
Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sindeki ifadesinden ibarettir.
Bu olay Osmanlı Devletinde ve Avrupada büyük yankı buldu ve dönemin padişahı IV. Murat tarafından da beğenildi. Sarayburnu’ndaki Sinan Paşa köşkünden bu durumu seyreden Sultan, Ahmet Çelebi ile önce çok yakından ilgilenmiş, hatta Evliya Çelebi’ye göre “bir kese de altınla” sevindirmiş, ancak bu derece bilgili ve becerikli birisinin tehlikeli olabileceğini düşünüp, “Bu adem pek havf edilecek bir ademdir, her ne murad ederse elinden gelür, böyle kimselerin bakaası caiz değil” diyerek onu Cezayir’e sürgün etmiştir. Ahmet Çelebi orada vefat etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti P.T.T. İdaresinin 17 Ekim 1950 Tarihinde İstanbul’da toplanan Milletlerarası Sivil Havacılık Kongresi için çıkardığı üç hatıra pulundan Zeytuni yeşil-mavi renkli 20 kuruşluk olanın taşıdığı temsili resim, Hazerfen’in Galata Kulesi’nden Üsküdar’a uçuşunu tasvir etmektedir.
Bu olay Osmanlı Devletinde ve Avrupada büyük yankı buldu ve dönemin padişahı IV. Murat tarafından da beğenildi. Sarayburnu’ndaki Sinan Paşa köşkünden bu durumu seyreden Sultan, Ahmet Çelebi ile önce çok yakından ilgilenmiş, hatta Evliya Çelebi’ye göre “bir kese de altınla” sevindirmiş, ancak bu derece bilgili ve becerikli birisinin tehlikeli olabileceğini düşünüp, “Bu adem pek havf edilecek bir ademdir, her ne murad ederse elinden gelür, böyle kimselerin bakaası caiz değil” diyerek onu Cezayir’e sürgün etmiştir. Ahmet Çelebi orada vefat etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti P.T.T. İdaresinin 17 Ekim 1950 Tarihinde İstanbul’da toplanan Milletlerarası Sivil Havacılık Kongresi için çıkardığı üç hatıra pulundan Zeytuni yeşil-mavi renkli 20 kuruşluk olanın taşıdığı temsili resim, Hazerfen’in Galata Kulesi’nden Üsküdar’a uçuşunu tasvir etmektedir.
Toprak – Mazi
Gel
arkadaş, gel seninle az dertleşelim:
Okuyarak hayat denen koca kitabı
Gönüldeki yaraları biraz deşelim.
Okuyarak hayat denen koca kitabı
Gönüldeki yaraları biraz deşelim.
Gömdüm kara topraklara melekten iyi,
Perilerden nazlı, güzel bir sevgiliyi.
Derin derin sızlıyor gönlümde yaram,
Bana artık her saadet olmuştur haram.
Perilerden nazlı, güzel bir sevgiliyi.
Derin derin sızlıyor gönlümde yaram,
Bana artık her saadet olmuştur haram.
Beni sardı kefen gibi mazinin tülü,
Yere batsın bu toprakla bu korkunç mazi!
Orda çünkü sevgilimle sevgim gömülü…
Hey arkadaş sözünü bil, hem kendine gel,
Bahtiyarlıklara olmaz ölümler engel.
Bir sevgili kızı senden aldıysa toprak
Bun a katlan, toprak için çünkü bu bir hak!
Yere batsın bu toprakla bu korkunç mazi!
Orda çünkü sevgilimle sevgim gömülü…
Hey arkadaş sözünü bil, hem kendine gel,
Bahtiyarlıklara olmaz ölümler engel.
Bir sevgili kızı senden aldıysa toprak
Bun a katlan, toprak için çünkü bu bir hak!
Hem yaratan, hem büyüten topraktır
bizi,
Üzerinde işitiriz ilk ninnimizi;
Fışkırttığı serin sular bize can verir;
Ormanları gönlümüze heyecan verir.
Üzerinde işitiriz ilk ninnimizi;
Fışkırttığı serin sular bize can verir;
Ormanları gönlümüze heyecan verir.
Hey arkadaş sende insaf duygusu yok
mu?
Sana her şey veren, seni büyüten toprak
Senden bir tek kız aldıysa acaba çok mu?
Sana her şey veren, seni büyüten toprak
Senden bir tek kız aldıysa acaba çok mu?
Doğup ölmek… Millet için bunlar bir
hızdır,
Toprak bizim beşiğimiz, mezarımızdır.
Toprak bizim anamızdır… İnsan yasına
Kapılarak nasıl söver öz anasına?
Toprak bizim beşiğimiz, mezarımızdır.
Toprak bizim anamızdır… İnsan yasına
Kapılarak nasıl söver öz anasına?
Hakikat ne şu göklerin derinliğinde,
Ne suların şairane serinliğinde…
Aristonun mantığında zerresi yoktur,
Fisagorda, Eflâtunda nebzesi yoktur.
Mefkûreler âleminde olunca kıtlık
Kafaların içerisinde başlar çıfıtlık:
Bir budala “zulüm yeter!” diye haykırır,
Bir it çıkar “proleter” diye haykırır!
Ne suların şairane serinliğinde…
Aristonun mantığında zerresi yoktur,
Fisagorda, Eflâtunda nebzesi yoktur.
Mefkûreler âleminde olunca kıtlık
Kafaların içerisinde başlar çıfıtlık:
Bir budala “zulüm yeter!” diye haykırır,
Bir it çıkar “proleter” diye haykırır!
Bir hayvanda hâkim olur cinsî
heyecan,
Froyt denen yahudiye gider verir can…
Kimi kördür… Kendisine büyük gelir pek
Lenin denen o maskara vatansız köpek…
Froyt denen yahudiye gider verir can…
Kimi kördür… Kendisine büyük gelir pek
Lenin denen o maskara vatansız köpek…
O ne felsefe ne de “din”in “hiç”inde,
O, toprağın asırlardan beri içinde…
Hakikati bulmak için onu eşmeli,
Yükselmekten bir şey çıkmaz, derinleşmeli…
Göğe doğru yükselenler bir gün yorulur,
Derinleşen hakikati toprakta bulur.
Şu ne başı, ne de sonu olmıyan toprak
Gömdüğümüz vücutlardan gıda alarak
Bize hayat verir, bize tarih, mazi yaratır.
Mazi köhne kitap değil, şanlı bir satır…
O, toprağın asırlardan beri içinde…
Hakikati bulmak için onu eşmeli,
Yükselmekten bir şey çıkmaz, derinleşmeli…
Göğe doğru yükselenler bir gün yorulur,
Derinleşen hakikati toprakta bulur.
Şu ne başı, ne de sonu olmıyan toprak
Gömdüğümüz vücutlardan gıda alarak
Bize hayat verir, bize tarih, mazi yaratır.
Mazi köhne kitap değil, şanlı bir satır…
Mazi ırkın yarattığı çoksun bir
seldir,
Mazi bizim alnımızı göğe yükseltir,
Geçmişlerin gecesinden ışık alırız…
Mazi bizim alnımızı göğe yükseltir,
Geçmişlerin gecesinden ışık alırız…
Bir düşünsen mazideki olan işleri
Hâdisatın büyüklüğü seni şaşırtır.
İstersen gel yadedelim o geçmişleri…
Hâdisatın büyüklüğü seni şaşırtır.
İstersen gel yadedelim o geçmişleri…
Kaynar elbet damarında halis Türk
kanın,
Damarında çünkü kanı var “Atilâ”nın,
Avrupanın her ırkından toplanan ordu
Onu Galya ovasında zorla durdurdu.
Damarında çünkü kanı var “Atilâ”nın,
Avrupanın her ırkından toplanan ordu
Onu Galya ovasında zorla durdurdu.
İradesi yenilmeden sinirle ete
Vatan için karısını bırakan “Mete”
Yasa için kardeşini öldüren “Çingiz”
Vatan için karısını bırakan “Mete”
Yasa için kardeşini öldüren “Çingiz”
Yeryüzünde bırakmadan küçücük bir iz
Geçip giden milyonlarca adsız kahraman,
Ki her biri bugün bize vermektedir şan,
Bu erlerin cisimleri toprakta kaldı,
Hangisini hangisinden üstün tutmalı?
Her birisi bu toprağın, bu ırkın malı…
“Tonyukuk”un gizlenmiştir dehâ kanında,
Bismark onun at uşağı olmaz yanında…
Geçip giden milyonlarca adsız kahraman,
Ki her biri bugün bize vermektedir şan,
Bu erlerin cisimleri toprakta kaldı,
Hangisini hangisinden üstün tutmalı?
Her birisi bu toprağın, bu ırkın malı…
“Tonyukuk”un gizlenmiştir dehâ kanında,
Bismark onun at uşağı olmaz yanında…
“Alp Arslan”la “Kılıç Arslan” şanlı
bir fasıl
Avrupayı rezil eden “Yıldırım”… Nasıl?
Avrupayı rezil eden “Yıldırım”… Nasıl?
Düşünsene ne biçim bir kahraman erdir
Ankarada Yıldırımı eriten “Demir”…
Ankarada Yıldırımı eriten “Demir”…
Bu kadar mı? Bu saydığım ancak bir
kaçı!
“Katerin”le neler yaptı acaba “Baltacı”?
Anafarta cephesinde kim durdu en son?
İlk dayağı kimden yedi kuduz Napolyon?
“Katerin”le neler yaptı acaba “Baltacı”?
Anafarta cephesinde kim durdu en son?
İlk dayağı kimden yedi kuduz Napolyon?
Sevdiğin kız şu toprağa eğer
girdiyse,
Sen toprağı eskisinden fazla benimse.
Bil ki toprak ebediyen senin olmuştur.
Sen toprağı eskisinden fazla benimse.
Bil ki toprak ebediyen senin olmuştur.
Bu dünyada bizim bir genç kızı sevmemiz
Filhakika gayet doğru, hem de çok temiz
Bir gayedir… Fakat bunun hududu dardır…
Sevgiliden sevgili bir mefkûre vardır.
Biz kız solar, yahut senin tükenir aşkın,
İnsan kalmaz uzun zaman neşeli, taşkın…
Ya mefkûre? Ebediyet onunla birdir,
Kişioğlu müebbeden ona esirdir.
Filhakika gayet doğru, hem de çok temiz
Bir gayedir… Fakat bunun hududu dardır…
Sevgiliden sevgili bir mefkûre vardır.
Biz kız solar, yahut senin tükenir aşkın,
İnsan kalmaz uzun zaman neşeli, taşkın…
Ya mefkûre? Ebediyet onunla birdir,
Kişioğlu müebbeden ona esirdir.
En mukaddes iki “Var”a böyle
söversen,
Toprak ejder, mazi kanlı bir gece dersen,
İleriye bakamazsın, gözün kamaşır.
İstikbali kucağında bu mazi taşır…
Arkasında olmasaydı şanlı bir mazi
Bu milletten çıkar mıydı bir büyük “GAZİ”?
Kara toprak yine bizden gıda almasa
Kalır mıydı aramızda türe yasa?
Mazi bizim atamızdır, toprak anamız,
Biri bizi yetiştirir, biri verir hız.
Bu toprağa nasıl dersin kara bir ölü
Ki bağrında bütün şanlı ecdat gömülü.
Toprak ejder, mazi kanlı bir gece dersen,
İleriye bakamazsın, gözün kamaşır.
İstikbali kucağında bu mazi taşır…
Arkasında olmasaydı şanlı bir mazi
Bu milletten çıkar mıydı bir büyük “GAZİ”?
Kara toprak yine bizden gıda almasa
Kalır mıydı aramızda türe yasa?
Mazi bizim atamızdır, toprak anamız,
Biri bizi yetiştirir, biri verir hız.
Bu toprağa nasıl dersin kara bir ölü
Ki bağrında bütün şanlı ecdat gömülü.
Yabancılar bir gün yine akın ederse,
Ve zaferi kendisine yakın ederse,
Sevgilimi aldı diye bu kara toprak
Tarihin ün meydanında uzun kalarak
O toprağın uğruna sen can vermez misin?
Ve zaferi kendisine yakın ederse,
Sevgilimi aldı diye bu kara toprak
Tarihin ün meydanında uzun kalarak
O toprağın uğruna sen can vermez misin?
Bu maziyle bu toprağa küfürden sakın,
Kendine gel, iradeni üstüne takıl!
Savaşları, türeleri, yasalarıyla
Zaferleri, bozgunları, tasalarıyla
Mazi ırkın yarattığı bir şaheserdir…
Kendine gel, iradeni üstüne takıl!
Savaşları, türeleri, yasalarıyla
Zaferleri, bozgunları, tasalarıyla
Mazi ırkın yarattığı bir şaheserdir…
Hey arkadaş, sapıtmışın, doğru yola
gir;
Hakkı neyse ver maziyle kara toprağın…
Onlar değil efsaneyle cansız bir yığın!
Hakkı neyse ver maziyle kara toprağın…
Onlar değil efsaneyle cansız bir yığın!
Bu ikisi ebediyen kutlanacaktır…
Ve bunları inkar eden, bil ki alçaktır…
Ve bunları inkar eden, bil ki alçaktır…
13 Nisan 2015 Pazartesi
YA GAZİ OL YA ŞEHİT
Hadi yavrum ben senmi bugün için doğurdum
Hamurumu yiğitlik duygusuyla yoğurdum
Türk evladı odurki yurdu olan toprağı
Ana ırzı bilerek yad ayağı bastırtmaz
Bir yabancı bayrağı ezan sesi duyulan
Hiçbir yere astırtmaz
Git evladım yıllarca ben oğulsuz kalayım
Şu yaralı bağrıma kara taşlar çalayım
Hadi yavrum hadi git ya gazi ol ya şehit
Hadi yavrum köyüne, nişanlına veda et
Sabanını tarlanı herşeyini feda et
O silaha sarıl ki böyle günde bir erkek
Bir dualı demirden başka birşey kullanmaz
Bunu tutan bir bilek köleliğin
Uğursuz zincirine uzanmaz
Git evladım yıllarca ben oğulsuz kalayım
Şu yaralı bağrıma kara taşlar çalayım
Hadi yavrum hadi git ya gazi ol ya şehit
Hadi yavrum kendine sende yiğit er dedir
Büyüdüğün gaziler ocağına can getir
O cenkleri kazan ki senin büyük Türk adın
Yedi iklim dört bucak içersine ün salsın
Beş yüz yıllık ecdadın kabirlerde titreyen
Kemikleri öç alsın
Git evladım yıllarca ben oğulsuz kalayım
Şu yaralı bağrıma kara taşlar çalayım
Hadi yavrum hadi git ya gazi ol ya şehit
Hadi yavrum bugünde dertli ninen ağlasın
Ayrılığın oduyla yüreğini dağlasın
O yaşları saçsın ki senin aslan göğsünde
Benim kanlı gözyaşım düşman için kin olsun
Kara yerin yüzünde ayağının bastığı
Dağlar beller leş olsun
Mehmet Emin Yurdakul
Hamurumu yiğitlik duygusuyla yoğurdum
Türk evladı odurki yurdu olan toprağı
Ana ırzı bilerek yad ayağı bastırtmaz
Bir yabancı bayrağı ezan sesi duyulan
Hiçbir yere astırtmaz
Git evladım yıllarca ben oğulsuz kalayım
Şu yaralı bağrıma kara taşlar çalayım
Hadi yavrum hadi git ya gazi ol ya şehit
Hadi yavrum köyüne, nişanlına veda et
Sabanını tarlanı herşeyini feda et
O silaha sarıl ki böyle günde bir erkek
Bir dualı demirden başka birşey kullanmaz
Bunu tutan bir bilek köleliğin
Uğursuz zincirine uzanmaz
Git evladım yıllarca ben oğulsuz kalayım
Şu yaralı bağrıma kara taşlar çalayım
Hadi yavrum hadi git ya gazi ol ya şehit
Hadi yavrum kendine sende yiğit er dedir
Büyüdüğün gaziler ocağına can getir
O cenkleri kazan ki senin büyük Türk adın
Yedi iklim dört bucak içersine ün salsın
Beş yüz yıllık ecdadın kabirlerde titreyen
Kemikleri öç alsın
Git evladım yıllarca ben oğulsuz kalayım
Şu yaralı bağrıma kara taşlar çalayım
Hadi yavrum hadi git ya gazi ol ya şehit
Hadi yavrum bugünde dertli ninen ağlasın
Ayrılığın oduyla yüreğini dağlasın
O yaşları saçsın ki senin aslan göğsünde
Benim kanlı gözyaşım düşman için kin olsun
Kara yerin yüzünde ayağının bastığı
Dağlar beller leş olsun
Mehmet Emin Yurdakul
Bugünün Gençlerine
Adalar Denizinden Altayların daha ötesine kadar bütün Türk
gençliğine….
1- Bugünün Gençlerine
Yer bulmasın gönlünde ne ihtiras, ne haset.
Sen bütün varlığına yurdumuzun malısın.
Sen bir insan değilsin; ne kemiksin, ne de et;
Tunçtan bir heykel gibi ebedi kalmalısın.
Iztırap çek, inleme… Ses çıkarmadan aşın.
Bir damlacık aksa da, bir acizdir göz yaşın;
Yarı yolda ölse de en yürekten yoldaşın
Tek başına dileğe doğru at salmalısın.
Ezilmekten çekinme… Gerilmekten sakın!
İradenle olmalı bütün uzaklar yakın,
Dolu dizgin yaparken ülküne doğru akın,
Ateşe atılmalı, denize dalmalısın.
Ölümlerden sakınma, meyus olmaktan utan!
Bir kere düşün nedir seni dünyada tutan?
Mefkuresinden başka her varlığı unutan
Kahramanlar gibi sen, ebedi kalmalısın…
1- Bugünün Gençlerine
Yer bulmasın gönlünde ne ihtiras, ne haset.
Sen bütün varlığına yurdumuzun malısın.
Sen bir insan değilsin; ne kemiksin, ne de et;
Tunçtan bir heykel gibi ebedi kalmalısın.
Iztırap çek, inleme… Ses çıkarmadan aşın.
Bir damlacık aksa da, bir acizdir göz yaşın;
Yarı yolda ölse de en yürekten yoldaşın
Tek başına dileğe doğru at salmalısın.
Ezilmekten çekinme… Gerilmekten sakın!
İradenle olmalı bütün uzaklar yakın,
Dolu dizgin yaparken ülküne doğru akın,
Ateşe atılmalı, denize dalmalısın.
Ölümlerden sakınma, meyus olmaktan utan!
Bir kere düşün nedir seni dünyada tutan?
Mefkuresinden başka her varlığı unutan
Kahramanlar gibi sen, ebedi kalmalısın…
Atsız
TÜRKÇÜLÜK
Türkçülük,
Türk milliyetçiliğinin adıdır. Kelimenin sonundaki ek, yerine göre, mensupluk,
sevgi, taraftarlık gösteren bir ektir. Türkçülük de Türk sevgisi ve taraftarlığı demek
olduğuna göre, kelime, yerinde kullanılmıştır. Başka milletlerin Türk
taraftarlığı ve Türk sevgisi bu kelime ile ifade olunamaz. Zaten başka
milletlerin Türk”ü sevmesi de gerçekten bir sevgiye değil, geçici bir nezakete,
çıkara, siyasi zaruretlere işarettir. Türk”ü, gerçek olarak, Türk”ten başkası
sevmez.
Türkçülük bir ülküdür. Ülküler, milletlerin manevi gıdasıdır. Ülküsüz milletlerin en talihlisi dahi silik ve sönük kalmaya mahkumdur. Eğer bu millet talihli de değilse, onun sonucu yenilmek, ezilmek, hatta yok olmaktır.
Ülküler, gerçekle hayalin karışmasından doğmuş olan, düne bakarak yarını arayan, milletlere hız veren ve uğrunda ölünen büyük dileklerdir. Milletler, ölebildikleri kadar yaşama hakkına sahiptirler.
Türkçülük, büyük Türkelinde, Türk uruğunun kayıtsız şartsız hakimiyeti ve bağımsızlığı ile Türklüğün her yönden bütün milletlerden ileri ve üstün olması ülküsüdür.
Bu ülkü, geçmişte, birkaç kere gerçekleşmişti. Büyük Türkçülük ülküsü ve inancı ile yetişen gençlik sayesinde yarın yeniden gerçek olacaktır.
Türkçülük, dün bir kaynaktı; bugün çaydır. Yarın coşkun bir ırmak olacak ve önünde yabancı duygu ve düşüncelerden gelen bütün engeller yıkılacaktır.
Türkçülük, dört kaynaktan geliyor:
1. Kökü çok eski olan ve Türk uruğunun şuuraltında yüzyıllardan beri yaşayan milliyetçilik;
2. Tanzimat”tan sonra, Avrupa”daki milliyetçiliklere benzeyen halkçı bir hareketin bizde de tatbik olunmasını isteyen milliyetçilik hareketi;
3. Devletimizin içindeki yabancı unsurların ihaneti dolayısıyle doğan tepki;
4. Türklerin 200 yıldan beri çektikleri büyük sıkıntılar.
Bu dört kaynaktan gelen düşünceler birbiriyle kaynaşıp yoğrularak bugünkü Türkçülük ortaya çıkmıştır. Türkler, Türkçülük ile güçlenecek, kurtulacak, ilerleyecek, yükselecektir.
Bir millet yükselme iradesini taşımazsa, kendine güveni olmazsa, başkalarını taklitten başka bir şey yapamazsa, geçmişiyle övünmezse, başkalarından üstün olmak istemezse, ülkü için ölümü göze alamazsa, savaştan korkarsa, o millet içinden çürümüş demektir.
Bugün ülküler ve kahramanlar çağında yaşıyoruz. Geçmiş haklara dayanılarak davaların öne atıldığı, hesapların görüldüğü günlerdeyiz. Kan çağlayanları, kılıç şakırtıları ve gülle sesleri içinde yarının neler hazırladığını bilemiyoruz. Bu kasırga arasında, milletlerin yalnız geçmişlerini hatırlayarak milli ülkülerine yapıştıklarını görebiliyoruz. Geçmişi olmayan, yahut olup da unutan, milli ülküsü bulunmayanlar devriliyor.
İnsanlığın tarihinde büyük kasırgalar eskiden zaman zaman gelip geçerdi. Gitgide bu kasırgalar sıklaşıyor. Bu gidişle tarih, ebedi bir kasırgadan ibaret kalacak gibi gözüküyor. Bugün ayakta kalabilmek için eskisi kadar sağlam olmak yetişmiyor. Çok güçlü, çok sağlam, çok sert, çok yürekli olmak gerekiyor. Bunun da bizim için birinci şartı, Türkçülük ülküsüne sıkısıkıya yapışmaktır. Şaşıran, ürken, sapıtan milletleri, tarih bağışlamıyor.
Türkçülük ülküsü bizden amansız bir görev ahlakı istiyor. Subay hiç yorulmadan altı saatlik talimini yaptırırsa, öğretmen bıkmadan öğreticilik işini yaparsa, memur sinirlenmeden halka kolaylık göstermeye devam ederse, doktor her şeyden önce yurttaşlarının sağlığı ile ilgili olursa, öğrenci her şeyden önce dersini bellemeye çalışırsa ve bütün görevlerle rütbeler arasında ne caka, ne gösteriş, ne dalkavukluk, ne de ilgisizlik olmadan bir ahenk kurulursa, aşağıdakiler yukarının buyruğunu ukalalık saymaz, yukarıdakiler de aşağının doğru ihtarlarına kızmazlarsa, bütün karşılıklı işlerde, görüşme ve konuşmalarda ne ikiyüzlülüğe kaçan nezaket, ne de kabalığa kaçan sertlik bulunmazsa, görevin bizden istediği şey yapılmış olur.
Gerçekten Türkçü olmak kolay değildir. Her önüne gelen Türkçü olamayacağı gibi, her Türkçüyüm diyen de Türkçü olamaz.
Her Türkçü, bulunduğu yerin görevini inançla yaparsa, Türkçülük ülküsü sağlamlaşır. Türklük güçlenir.
Türkçülerin ilk işi, görevlerini, arınmış gönül ve inanmış yürek ile yapmaktır.
Nihal ATSIZ, Orkun, 10.sayı, 1 Ekim 1943
Türkçülük bir ülküdür. Ülküler, milletlerin manevi gıdasıdır. Ülküsüz milletlerin en talihlisi dahi silik ve sönük kalmaya mahkumdur. Eğer bu millet talihli de değilse, onun sonucu yenilmek, ezilmek, hatta yok olmaktır.
Ülküler, gerçekle hayalin karışmasından doğmuş olan, düne bakarak yarını arayan, milletlere hız veren ve uğrunda ölünen büyük dileklerdir. Milletler, ölebildikleri kadar yaşama hakkına sahiptirler.
Türkçülük, büyük Türkelinde, Türk uruğunun kayıtsız şartsız hakimiyeti ve bağımsızlığı ile Türklüğün her yönden bütün milletlerden ileri ve üstün olması ülküsüdür.
Bu ülkü, geçmişte, birkaç kere gerçekleşmişti. Büyük Türkçülük ülküsü ve inancı ile yetişen gençlik sayesinde yarın yeniden gerçek olacaktır.
Türkçülük, dün bir kaynaktı; bugün çaydır. Yarın coşkun bir ırmak olacak ve önünde yabancı duygu ve düşüncelerden gelen bütün engeller yıkılacaktır.
Türkçülük, dört kaynaktan geliyor:
1. Kökü çok eski olan ve Türk uruğunun şuuraltında yüzyıllardan beri yaşayan milliyetçilik;
2. Tanzimat”tan sonra, Avrupa”daki milliyetçiliklere benzeyen halkçı bir hareketin bizde de tatbik olunmasını isteyen milliyetçilik hareketi;
3. Devletimizin içindeki yabancı unsurların ihaneti dolayısıyle doğan tepki;
4. Türklerin 200 yıldan beri çektikleri büyük sıkıntılar.
Bu dört kaynaktan gelen düşünceler birbiriyle kaynaşıp yoğrularak bugünkü Türkçülük ortaya çıkmıştır. Türkler, Türkçülük ile güçlenecek, kurtulacak, ilerleyecek, yükselecektir.
Bir millet yükselme iradesini taşımazsa, kendine güveni olmazsa, başkalarını taklitten başka bir şey yapamazsa, geçmişiyle övünmezse, başkalarından üstün olmak istemezse, ülkü için ölümü göze alamazsa, savaştan korkarsa, o millet içinden çürümüş demektir.
Bugün ülküler ve kahramanlar çağında yaşıyoruz. Geçmiş haklara dayanılarak davaların öne atıldığı, hesapların görüldüğü günlerdeyiz. Kan çağlayanları, kılıç şakırtıları ve gülle sesleri içinde yarının neler hazırladığını bilemiyoruz. Bu kasırga arasında, milletlerin yalnız geçmişlerini hatırlayarak milli ülkülerine yapıştıklarını görebiliyoruz. Geçmişi olmayan, yahut olup da unutan, milli ülküsü bulunmayanlar devriliyor.
İnsanlığın tarihinde büyük kasırgalar eskiden zaman zaman gelip geçerdi. Gitgide bu kasırgalar sıklaşıyor. Bu gidişle tarih, ebedi bir kasırgadan ibaret kalacak gibi gözüküyor. Bugün ayakta kalabilmek için eskisi kadar sağlam olmak yetişmiyor. Çok güçlü, çok sağlam, çok sert, çok yürekli olmak gerekiyor. Bunun da bizim için birinci şartı, Türkçülük ülküsüne sıkısıkıya yapışmaktır. Şaşıran, ürken, sapıtan milletleri, tarih bağışlamıyor.
Türkçülük ülküsü bizden amansız bir görev ahlakı istiyor. Subay hiç yorulmadan altı saatlik talimini yaptırırsa, öğretmen bıkmadan öğreticilik işini yaparsa, memur sinirlenmeden halka kolaylık göstermeye devam ederse, doktor her şeyden önce yurttaşlarının sağlığı ile ilgili olursa, öğrenci her şeyden önce dersini bellemeye çalışırsa ve bütün görevlerle rütbeler arasında ne caka, ne gösteriş, ne dalkavukluk, ne de ilgisizlik olmadan bir ahenk kurulursa, aşağıdakiler yukarının buyruğunu ukalalık saymaz, yukarıdakiler de aşağının doğru ihtarlarına kızmazlarsa, bütün karşılıklı işlerde, görüşme ve konuşmalarda ne ikiyüzlülüğe kaçan nezaket, ne de kabalığa kaçan sertlik bulunmazsa, görevin bizden istediği şey yapılmış olur.
Gerçekten Türkçü olmak kolay değildir. Her önüne gelen Türkçü olamayacağı gibi, her Türkçüyüm diyen de Türkçü olamaz.
Her Türkçü, bulunduğu yerin görevini inançla yaparsa, Türkçülük ülküsü sağlamlaşır. Türklük güçlenir.
Türkçülerin ilk işi, görevlerini, arınmış gönül ve inanmış yürek ile yapmaktır.
Nihal ATSIZ, Orkun, 10.sayı, 1 Ekim 1943
ABDÜLHAMİT HAN'IN LATİN ALFABESİNE GEÇME TEŞEBBÜSÜ
Abdülhamit Han’ın Latin Alfabesine geçme Teşebbüsü yakın tarihin
magazinsel vakaları arasında yeteri kadar dikkat çekmemiş olsa da Cumhuriyet
Dönemi Harf Devriminin mesnedini teşkil etmesi bakımından fevkalade önemlidir.
Abdülhamit Han’ın Latin Alfabesine geçme Teşebbüsü yakın tarihin magazinsel vakaları arasında yeteri kadar dikkat çekmemiş olsa da Cumhuriyet Dönemi Harf Devriminin mesnedini teşkil etmesi bakımından fevkalade önemlidir. Zira 1928 yılında gerçekleştirilen Harf Devrimi, aslında 66 yıl önce gündeme gelmiş, 2. Abdülhamit Han bu teklife ilgi göstererek üzerinde çalışmalar yaptırmış olsa da muvaffak olamamıştır.
Evvela belirtelim ki söz konusu bulguların yegane kaynağı bizzat 2. Abdülhamit Han’dır. Abdülhamit Han, tahttan indirildikten sonra kendi kalemiyle hayatını ve saltanat makamındaki siyasi vakaları kaleme almış ve bizzat Abdülhamit Han tarafından katip Ali Vehbi Bey’e Fransızcası tercüme ettirilerek yayınlatmıştır. (Bkz. “Siyasi Hatıralarım”, Dergay Yayınları, ISBN:975-7032-00-X)
Latin Harflerine geçilmesi hususu, Osmanlı’nın son dönemlerindeki reformist hareketler içerisinde pek çok kez gündeme gelmiş, kimi zaman bu konu hilafet makamına kadar ulaşmış ve üzerinde tetkik ve incelemeler yapıla gelmiştir. Latin Harflerine geçilmesi konusundaki ilk gündem 1850 yılında ortaya atılmıştı. Türkçe üzerindeki çalışmalarıyla tanınan Azeri yazar ve bilim adamı Mirza Fethali Ahundzade Efendi, Türkçenin Arap Alfabesi ve Fars gramer yapısı ile kullanılmasındaki zorlukları tetkik etmiş, hem kullanılması hem de öğrenilmesi açısından ortaya çıkan müşkülleri belirten bir çalışma yaparak Osmanlı Hükümetine sunmuş, çözüm olarak da Latin Harflerinin kullanılmasını teklif etmiştir.
Mirza Fethali Ahundzade Efendinin teklifi halife Abdülmecit tarafından incelenip dönemin bilim kurumu olan Encümen-i Daniş’e sevk edilerek tetkik edilmesi istendi. Konu üzerinde mülahaza eden Ali Paşa, Fuat Paşa, Mustafa Reşit Paşa ve Cevdet Paşa bu tetkik ve teşhisi dikkate alıp müspet görüşlerini bildirdiler ve nihayetinde siyasi yönleriyle mülahaza edilmek üzere zapt altına alarak Mirza Fethali Ahundzade Efendiye müspet çalışması için mecidiye nişanı vererek kendisini onurlandırdılar. Konu üzerinde tetkiklerini gerçekleştiren Encümen-i Daniş, tetkiklerini siyasi mecraya nüfuz ettirse de neticelenememişti ancak Latin Harflerinin kullanımı ile ilgili fikir pekala reddedilmemiş, söz konusu teklif dinsizlik ya da zındıklık olarak tahkir edilmemiştir.
Sultan Abdülmecit döneminde gündeme gelen Latin Alfabesinin kullanılması meselesi her ne kadar itibar görmüş olsa da dönemin şartları gereği gerçekleştirilememiş ancak reform hareketleri içerisinde bir gündem maddesi olarak canlılığını korumuştur. Abdülmecit’in vefatı ve 2. Abdülhamit Han’ın hilafet makamına geçmesi ile daha da canlanan reform hareketleri, Latin Alfabesinin kullanılması meselesini yeniden gündeme getirdi. Osmanlı tebaası olan Arnavutlar, din ve mezhep ayrılıkları nedeniyle üçe bölünmüşlerdi ve Osmanlı Alfabesini kullanan Müslüman Arnavutlar, yazı dillerini batının literatürlerinden faydalanabilir hale getirmek amacıyla Latin Harflerini kullanmayı gündeme getirmişlerdi. Bu doğrultuda çalışma yürüten Arnavut kökenli Abdül ve Şemsettin Sami kardeşler, Latin harflerinden esinlenerek adına İstanbul Alfabesi dedikleri yeni bir Alfabe geliştirdiler. Giriştikleri bu çalışma ile İstanbul’daki mekteplerde okutulmak üzere gramer ve medrese kitapları basmışlarsa da yeteri kadar yaygınlık kazanamadı ancak Latin Harflerinin kullanılabilirliği ve Osmanlı dilinin ıslahı yeniden gündeme gelmişti (1879).
Latin Harflerinin kullanılması meselesi İkinci Meşrutiyet’in ilanıyla daha da ateşlendi. Arnavutlar, din ve mezhep ayrılıklarına rağmen Latin Harflerinden esinlenerek meydana getirilen bir Alfabeyi kullanmaya karar vermiş, bu gayretlerinde de başarılı olmuşlardı. Arnavutların Latin Harflerine geçiş teşebbüsü Meşrutiyet reformcularının bu konu üzerindeki hassasiyetlerini ve heveslerini arttırtmıştı. Giderek yükselen reform hareketleri neticesinde yeniden gündeme gelen Latin Alfabesine geçme düşüncesi, Saltanatının son dönemlerine doğru Abdülhamit Han’ın taktirine kadar ulaştı. Latin Harflerinin kullanılması ile ilgili en net ve dikkate değer yorum Abdülhamit Tarafından ortaya koyulmuştur. Arap Alfabesi, Fars Gramer yapısı ve Türkçe anonslara uymayan diziliş ve yerleşimin Osmanlı Türkçesinin okunup yazılmasında teşkil ettiği engellerin farkında olan Abdülhamit Han, bizzat kendisinin kaleme aldığı ve ifade ettiği üzere Latin Harflerinin kullanılmasında yarar görmüş, nasıl uygulanabileceği konusunda fikir alışverişlerinde bulunarak mahiyetiyle istişare etmiştir.
Abdülhamit Han, Saltanat makamından indirildikten sonra kaleme aldığı “Siyasi Hatıralarım” kitabında naklettiği bilgilerde Latin Harflerine geçilmesi yönündeki düşüncelerini şöyle açıklamıştır ;
“Yazımızı öğrenmek pek kolay değildir. Bu işi halkımıza kolaylaştırmak için belki de Latin Alfabesini kabul etmek yerinde olur. “ (Siyasi Hatıralarım, Sayfa 192)
Abdülhamit Han’ın bizzat kaleme aldığı hatıralarında bahsettiği gibi Latin Harflerinin kullanılması, Osmanlı Türkçesinin halk nezdinde yaygınlaşması için faydalı görülmüş, bu konuda verilecek kararın yerinde olduğu kanaati belirtilmiştir.
Abdülhamit Han’ın Latin Harflerinin kullanılması yönündeki kanaatleri elbette gerçekleşememişti. Zira dönemin önemli siyasi aktörlerinden biri olan Enver Paşa, Latin Harflerinin kullanılması yerine hali hazırda kullanılan Arap Harflerinin ıslahında ısrar etmiş, Latin Alfabesine muhalif tüm görüşleri etrafında toplayarak Abdülhamit Han’a ihtilaf ederek Latin Harflerine geçişe engel olmuştur.
Sultan Abdülhamit’in bu konudaki ön niyeti her ne kadar süregelmiş olsa da 31 Mart Ayaklanmaları neticesinde Saltanat Makamından indirilmesi Latin Harflerine geçilmesi meselesinin topyekun rafa kaldırılmasına neden olmuştur.
Latin Alfabesinin Osmanlı’nın son dönemlerinde ele alınması ve üzerinde tartışılması esasen tarihi bir vakadır ve tartışılır bir tarafı yoktur. Zira hem Saray Tarihi ve zabıtları 1850’li yıllarda başlayan Latin Alfabesi görüşlerini kayıt altına almış, hem de Sultan Abdülhamit Han’ın kendi kaleminden naklettiği bilgilerle teyit edildiği üzere konu hakkındaki müspet görüşleri Damat Ferit ve reform muhalifleri tarafından bertaraf edilmiştir.
Burada sorulması gereken esas soru şudur ki ; Cumhuriyet Dönemi uygulamalarına ve bizzat Latin Alfabesi’nin varlığına ihtilaf eden günümüz Cumhuriyet ve Atatürk karşıtları, Latin Harflerine geçişe Abdülhamit Han döneminde muvaffak olunabilseydi yine de ihtilaf edebilecekler miydi? Açıkça görülmektedir ki tarihi vakaların ideolojik saplantılarla tahrif edilmesi bizi tarihi gerçeklerden uzaklaştırıp hamasete ve derin yanılgılara sevk edecektir.
http://www.turktarihim.com/Abd%C3%BClhamit_Hanin_LatinAlfabesine_Ge%C3%A7me_Te%C5%9Febb%C3%BCs%C3%BC.html
Abdülhamit Han’ın Latin Alfabesine geçme Teşebbüsü yakın tarihin magazinsel vakaları arasında yeteri kadar dikkat çekmemiş olsa da Cumhuriyet Dönemi Harf Devriminin mesnedini teşkil etmesi bakımından fevkalade önemlidir. Zira 1928 yılında gerçekleştirilen Harf Devrimi, aslında 66 yıl önce gündeme gelmiş, 2. Abdülhamit Han bu teklife ilgi göstererek üzerinde çalışmalar yaptırmış olsa da muvaffak olamamıştır.
Evvela belirtelim ki söz konusu bulguların yegane kaynağı bizzat 2. Abdülhamit Han’dır. Abdülhamit Han, tahttan indirildikten sonra kendi kalemiyle hayatını ve saltanat makamındaki siyasi vakaları kaleme almış ve bizzat Abdülhamit Han tarafından katip Ali Vehbi Bey’e Fransızcası tercüme ettirilerek yayınlatmıştır. (Bkz. “Siyasi Hatıralarım”, Dergay Yayınları, ISBN:975-7032-00-X)
Latin Harflerine geçilmesi hususu, Osmanlı’nın son dönemlerindeki reformist hareketler içerisinde pek çok kez gündeme gelmiş, kimi zaman bu konu hilafet makamına kadar ulaşmış ve üzerinde tetkik ve incelemeler yapıla gelmiştir. Latin Harflerine geçilmesi konusundaki ilk gündem 1850 yılında ortaya atılmıştı. Türkçe üzerindeki çalışmalarıyla tanınan Azeri yazar ve bilim adamı Mirza Fethali Ahundzade Efendi, Türkçenin Arap Alfabesi ve Fars gramer yapısı ile kullanılmasındaki zorlukları tetkik etmiş, hem kullanılması hem de öğrenilmesi açısından ortaya çıkan müşkülleri belirten bir çalışma yaparak Osmanlı Hükümetine sunmuş, çözüm olarak da Latin Harflerinin kullanılmasını teklif etmiştir.
Mirza Fethali Ahundzade Efendinin teklifi halife Abdülmecit tarafından incelenip dönemin bilim kurumu olan Encümen-i Daniş’e sevk edilerek tetkik edilmesi istendi. Konu üzerinde mülahaza eden Ali Paşa, Fuat Paşa, Mustafa Reşit Paşa ve Cevdet Paşa bu tetkik ve teşhisi dikkate alıp müspet görüşlerini bildirdiler ve nihayetinde siyasi yönleriyle mülahaza edilmek üzere zapt altına alarak Mirza Fethali Ahundzade Efendiye müspet çalışması için mecidiye nişanı vererek kendisini onurlandırdılar. Konu üzerinde tetkiklerini gerçekleştiren Encümen-i Daniş, tetkiklerini siyasi mecraya nüfuz ettirse de neticelenememişti ancak Latin Harflerinin kullanımı ile ilgili fikir pekala reddedilmemiş, söz konusu teklif dinsizlik ya da zındıklık olarak tahkir edilmemiştir.
Sultan Abdülmecit döneminde gündeme gelen Latin Alfabesinin kullanılması meselesi her ne kadar itibar görmüş olsa da dönemin şartları gereği gerçekleştirilememiş ancak reform hareketleri içerisinde bir gündem maddesi olarak canlılığını korumuştur. Abdülmecit’in vefatı ve 2. Abdülhamit Han’ın hilafet makamına geçmesi ile daha da canlanan reform hareketleri, Latin Alfabesinin kullanılması meselesini yeniden gündeme getirdi. Osmanlı tebaası olan Arnavutlar, din ve mezhep ayrılıkları nedeniyle üçe bölünmüşlerdi ve Osmanlı Alfabesini kullanan Müslüman Arnavutlar, yazı dillerini batının literatürlerinden faydalanabilir hale getirmek amacıyla Latin Harflerini kullanmayı gündeme getirmişlerdi. Bu doğrultuda çalışma yürüten Arnavut kökenli Abdül ve Şemsettin Sami kardeşler, Latin harflerinden esinlenerek adına İstanbul Alfabesi dedikleri yeni bir Alfabe geliştirdiler. Giriştikleri bu çalışma ile İstanbul’daki mekteplerde okutulmak üzere gramer ve medrese kitapları basmışlarsa da yeteri kadar yaygınlık kazanamadı ancak Latin Harflerinin kullanılabilirliği ve Osmanlı dilinin ıslahı yeniden gündeme gelmişti (1879).
Latin Harflerinin kullanılması meselesi İkinci Meşrutiyet’in ilanıyla daha da ateşlendi. Arnavutlar, din ve mezhep ayrılıklarına rağmen Latin Harflerinden esinlenerek meydana getirilen bir Alfabeyi kullanmaya karar vermiş, bu gayretlerinde de başarılı olmuşlardı. Arnavutların Latin Harflerine geçiş teşebbüsü Meşrutiyet reformcularının bu konu üzerindeki hassasiyetlerini ve heveslerini arttırtmıştı. Giderek yükselen reform hareketleri neticesinde yeniden gündeme gelen Latin Alfabesine geçme düşüncesi, Saltanatının son dönemlerine doğru Abdülhamit Han’ın taktirine kadar ulaştı. Latin Harflerinin kullanılması ile ilgili en net ve dikkate değer yorum Abdülhamit Tarafından ortaya koyulmuştur. Arap Alfabesi, Fars Gramer yapısı ve Türkçe anonslara uymayan diziliş ve yerleşimin Osmanlı Türkçesinin okunup yazılmasında teşkil ettiği engellerin farkında olan Abdülhamit Han, bizzat kendisinin kaleme aldığı ve ifade ettiği üzere Latin Harflerinin kullanılmasında yarar görmüş, nasıl uygulanabileceği konusunda fikir alışverişlerinde bulunarak mahiyetiyle istişare etmiştir.
Abdülhamit Han, Saltanat makamından indirildikten sonra kaleme aldığı “Siyasi Hatıralarım” kitabında naklettiği bilgilerde Latin Harflerine geçilmesi yönündeki düşüncelerini şöyle açıklamıştır ;
“Yazımızı öğrenmek pek kolay değildir. Bu işi halkımıza kolaylaştırmak için belki de Latin Alfabesini kabul etmek yerinde olur. “ (Siyasi Hatıralarım, Sayfa 192)
Abdülhamit Han’ın bizzat kaleme aldığı hatıralarında bahsettiği gibi Latin Harflerinin kullanılması, Osmanlı Türkçesinin halk nezdinde yaygınlaşması için faydalı görülmüş, bu konuda verilecek kararın yerinde olduğu kanaati belirtilmiştir.
Abdülhamit Han’ın Latin Harflerinin kullanılması yönündeki kanaatleri elbette gerçekleşememişti. Zira dönemin önemli siyasi aktörlerinden biri olan Enver Paşa, Latin Harflerinin kullanılması yerine hali hazırda kullanılan Arap Harflerinin ıslahında ısrar etmiş, Latin Alfabesine muhalif tüm görüşleri etrafında toplayarak Abdülhamit Han’a ihtilaf ederek Latin Harflerine geçişe engel olmuştur.
Sultan Abdülhamit’in bu konudaki ön niyeti her ne kadar süregelmiş olsa da 31 Mart Ayaklanmaları neticesinde Saltanat Makamından indirilmesi Latin Harflerine geçilmesi meselesinin topyekun rafa kaldırılmasına neden olmuştur.
Latin Alfabesinin Osmanlı’nın son dönemlerinde ele alınması ve üzerinde tartışılması esasen tarihi bir vakadır ve tartışılır bir tarafı yoktur. Zira hem Saray Tarihi ve zabıtları 1850’li yıllarda başlayan Latin Alfabesi görüşlerini kayıt altına almış, hem de Sultan Abdülhamit Han’ın kendi kaleminden naklettiği bilgilerle teyit edildiği üzere konu hakkındaki müspet görüşleri Damat Ferit ve reform muhalifleri tarafından bertaraf edilmiştir.
Burada sorulması gereken esas soru şudur ki ; Cumhuriyet Dönemi uygulamalarına ve bizzat Latin Alfabesi’nin varlığına ihtilaf eden günümüz Cumhuriyet ve Atatürk karşıtları, Latin Harflerine geçişe Abdülhamit Han döneminde muvaffak olunabilseydi yine de ihtilaf edebilecekler miydi? Açıkça görülmektedir ki tarihi vakaların ideolojik saplantılarla tahrif edilmesi bizi tarihi gerçeklerden uzaklaştırıp hamasete ve derin yanılgılara sevk edecektir.
http://www.turktarihim.com/Abd%C3%BClhamit_Hanin_LatinAlfabesine_Ge%C3%A7me_Te%C5%9Febb%C3%BCs%C3%BC.html
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)